Yozgat Konulu Yazılar

      Bu  bölümde  Yozgat’la  ilgili  kültürel  ve  sanatsal  yazılardan  seçmelere  yer verilmiş, seçilen yazıların Yozgat’ı ve Yozgatlıyı tanıtır nitelikte olmasına özen gösterilmiştir.

 

 BULUTLARIN OKŞADIĞI ŞEHİR

                                                                        Güzin BAKIŞOĞLU/19 Aralık 2012

       Hep böyle miydi? Hatırlamıyorum ama, bir zamandır başımı gökyüzüne kaldırıp bulutları seyretmek bana inanılmaz keyif verir oldu. Kasvetle hiç alakası olmayan, ruhu okşayan farklı şekillerde küme küme bulutlar ne de güzel hayallere sürüklüyor insanı… Gülücükler dağıtarak ağır ağır salınışlarını, güneşle sarmaş dolaş hallerini seviyorum en çok. Biraz nazlı, biraz kaçar-kovalar gibi, biraz da gururlu ve bir o kadar da şirin görünüşleri yaşama dolu dolu baktırıyor insanı. Gökyüzünün sonsuz mavi derinliğinde sürüklenen seyyah olmuş bulutları gördükçe de, yine yollara koyulma arzusu uyanıyor içimde.  Bu kez bulutlardan açtım kapıyı! Lafı çok dolaştırmadan da asıl konuya getireceğim.

       Geçenlerde İç Anadolu’nun güzel şehri Yozgat’a gittim. Bunca yıldır ülkemizi köşe-bucak gezerim ve ilk kez bulutlarına hayran kaldığımı söyleyebileceğim bir şehirle karşılaştım. Yozgat semalarını süsleyen bulutlar o kadar yüksekteydiler, o kadar huzur dağıtıyorlardı ki ve öylesine bir ışık yerleşmişti ki üstlerine hayran kaldım!  Siz şimdi “aman canım bulut işte, her yerde aynıdır” deyip geçmeyin sakın, abarttığımı da sanmayın! Yozgat semalarında bulutlar gerçekten bir başka güzel… Hatta onlara hemen ”Yozgat’ı okşayan bulutlar” adını verdim ve unutulmamak üzere de belleğime yerleştirdim… Siz de gidin gözlerinizle görün ve bana hak vereceksiniz! Bu defa tarihi, doğası ve güzel insanlarıyla beni kendine çeken ve bulutlarına hayran kaldığım Yozgat’ı tanımak ve anlamak üzere birlikte yollara düşsek ne dersiniz? O zaman buyrun. Gidelim, gidelim de bir bakalım güzel bulutlarından başka Yozgat’ta neler göreceğiz. Haydi merakınız bol olsun.

        YOZGAT’TA BULUTLAR BİR BAŞKA GÜZEL

       Yolculuk metal kanatlı kuşla İstanbul’dan başladı. Önce Ankara’ya, oradan da 218 km karayolu üzerinden Yozgat’ta kalacağım otele vardığımda gece çoktan yarılanmıştı. Sekiz yıl aradan sonra tekrar bu güzel şehirde olma şansını yakaladığım için bütün yorgunluğuma rağmen çok mutluyum. Birkaç saat uykudan sonra zinde bir şekilde sabah güneşiyle uyanıp Yozgat’a bir merhaba demek pek keyif verici oldu.

       Bugün günlük güneşlik güzel bir gün. Ayrıca Yozgatlılar için çok da özel bir gün. Neden özel bir gün olduğuna da bir ara değineceğim. Şimdi buraya bir nokta koyalım ve Yozgat’ta gezmeye başlamadan önce tarihine kısaca bir göz atalım: Bereketli Anadolu topraklarının en eski yerleşik yaşanılan yerlerinden biri olan Yozgat 1320 m yükseklikte olan “Bozok Yaylası” üzerine kurulu. Kentin 45 km güneydoğusunda bulunan Alişar Höyüğü’nde yapılan kazılar sonucu elde edilen bulgulara göre, gözümüzde canlandıramayacağımız kadar uzun bir zaman öncesi insanoğlunun buraları mesken edindiğini gösteriyor (M.Ö.5500).  Bir çok uygarlık için cazibe merkezi olan bölge; Anadolu’da ilk siyasi birliği kuran muhteşem Hititlerin, ardından da Ege medeniyetlerinin istilasına uğrar. Daha sonraları Friglerin, Kimmerlerin, Perslerin, Medlerin, Kapadokya Krallığının, Galatların, Doğu Roma ve zaman zaman da İslam ordularının egemenliğinde kalır. Yozgat (Bozok) bölgesinde Türk-İslam izleri Malazgirt Savaşı’ndan sonra (1071) başlar. Beylikler döneminin sona ermesiyle de (M.S.1398) bu topraklar üzerinde Cumhuriyetin ilanına kadar Osmanlı egemenliği devam eder(M.S. 1408-1923). Bu kadar derin bir tarihi iki satıra sığdırmak hiç kolay değil, zaten sığmaz da… Sonuçta bu bir gezi yazısı. Bulunduğumuz yeri daha iyi anlayabilmemiz açısından, kısa da olsa Yozgat’a kimler gelmiş, kimler geçmiş anlatmak istedim. Eksik ve fazlalarım olabilir. Siz nasıl olsa merak edip derinlemesine araştıracaksınız. Bundan eminim…

        ÇAMLIK MİLLÎ PARKI

       Sabah gündüz gözüyle oteldeki odamın balkonundan dışarıya bir göz attığımda ne göreyim? Ormanın içindeyim… Görebildiğim kadar her taraf çam ağaçlarıyla dolu. Birden bir kaç saat uyumama rağmen neden bu kadar zinde olduğumun sebebini anladım! Ben hiç farkında olmadan ormandan dağılan bol oksijen, damarlarımı iyice açıp vücudumu rahatlatmış.  Yozgat’ın akciğeri konumunda bulunan ve Türkiye’mizin ilk milli parkı olan “Çamlık Milli Parkı” 264 hektar bir alan üzerine kurulmuş. İçinde 212 tür bitki yetişiyor ve 30 tür bitki sadece ve sadece bu bölgede yaşıyor. Düşünebiliyor musunuz ne büyük bir zenginlik bu? Ayrıca Türkiye genelinde sadece Çamlık Millî Parkı’nda bulunan ve hala tohum veren 400-500 yıllık Kafkas çamı Yozgat’ı daha da bir farklı kılıyor. Görüldüğü gibi de Çamlık korunup kollanıyor ve böyle de olması gerekir…

        Hemen  hemen 25  dakikadır.  Çamlık  içinden  şehre inen yol üzerinde yürüyorum. Derken sağ tarafta karşıma Çamlık Millî Parkı girişindeki Cevdet Dündar Göleti çıktı. Manzara nefes kesici. Göletin durgun suyunda güneş ışınları dans ediyor sanki. Çevresindeki ağaçlar sonbaharın bin bir rengine bürünmüş, bir kaç ördek te hiç kımıldamadan su üstünde duruyorlar gibi. Banklar ve masalar da buraya gelenlerin rahatça oturup, pikniklerini yapmalarını bekler gibi sahnedeki yerlerini almışlar. Bu muhteşem  görüntüden bir zaman gözümü alamadım. Göleti çevreleyen tel örgülerin arasından da bütün becerilerimi kullanıp bol bol çok ta güzel fotoğraflar çektim. Ardından da yolcu yolunda gerek dedim…

      Yozgatlılar çok şanslı. Onların gezintiye çıkabilecekleri, başlarını dinleyebilecekleri, piknik yapabilecekleri oksijen çadırı bir milli parkları var.  Bu arada Çamlık ile ilgili bir söylenceyi anlatmadan geçemeyeceğim: Çamlığa ilk fidanı Aslı’nın ardından diyar diyar dolaşan Kerem dikmiş. Yolu Yozgat yöresine düşen Kerem Aslı’sını sormuş, bulamayınca da Çamlığın bulunduğu kıraç yamaca bir fidan dikmiş; “Bu çamdan nice çamlar filizlenir, koruk olur, bizi söyler bizi fısıldar” deyip yollara düşmüş. O gün bu gündür çamlık, hafif bir yelde sevda türküleri söyler, içli sevgi ezgileri fısıldar. Ne güzel değil mi? Sevda türküleri söyleyen orman…

        YOZGAT’IN ÖZEL GÜNÜ

       Çamlık  Galata  Hotel millî  parkın  içindeki  Çamlık  Tepesi’nde. Kartal yuvası gibi de tepeye yerleşmiş. Göze güzel görünen modern donanımlı bir yapı. Ne isterseniz bulabileceğiniz bir otel.  Kahvaltı etmeden yola çıkmam hiç! Dolayısıyla hemen hazırlanıp kahvaltı salonuna inmem çok zaman almadı. Otel oldukça kalabalık. Günlerden 2 Kasım 2012. Türk Dünyası Belediyeler Birliğinin katkılarıyla düzenlenen 1. Uluslararası Kardeş Topluluklar Buluşması’na ev sahipliği yapan Yozgat’ta bir hareket, bir bereket var. Dünyanın bir çok ülkesinden bu özel gün için şehre gelen misafirleri ve Ankara’dan gelen bürokratları Yozgatlılar’la buluşturmak için her türlü hazırlık yapılmış.  Ayrıca bu güler yüzlü şehrin başarılı Belediye Başkanı Yusuf Başer’e, Yozgat ili ve halkı için yapmış olduğu olumlu ve kalıcı çalışmalarından dolayı, “Aria Kunste Der Berliner Akademie’den” dünyanın en prestijli, saygın ödülleri arasında olan “2012 Avrupa Siyaset Ödülü, “Avrupa Liyakat Beratı” ve “Onur Madalyası” takdim edilecek. 75 bin nüfuslu bir şehrin belediyesine bakar mısınız ne çok başarıya imza atmış… Kutlamak gerekiyor! Demek ki istenirse oluyormuş… Yozgatlılara hizmetlerin en alasını vermeyi ilke edinmiş Yusuf Başer’e sonsuz başarılar dilerim.

        Çamlık Tepesi’nin dışında kentin bir zamanlar adı “Nohut Tepesi” olan bir tepesi daha var. Şehre hakim konumda olan tepe kısa bir zaman önce gidilemeyecek hâlde iken bu gün Yozgat’ın vazgeçilmez mesire yerlerinden biri haline gelmiş. Belediye iyileştirme projesini hazırlamış. Hayırsever iş adamı Bilal Şahin Bey de maddi desteğini vermiş. Seyir terası ve sosyal tesisler yapılmış. Bir de güzel ağaçlandırılmış. Rahatça gelinip şehri 360 derece seyrederek hoşça vakit geçirilecek bir yer olmuş. İşte ben Yozgat’ın güzel bulutlarını ilk kez orada gördüm… El ele verince aşılamayacak hiçbir şey yok. Burada buna bir kere daha şahit oldum. Herkesin ellerine sağlık.

        Yozgat’a gelirseniz -ki bence mutlaka gelin- ilk işiniz Yozgat’ın tepelerine çıkmak olsun. Şimdiki adıyla Şahin Tepesi’nden kente bakmak çok güzel…

         YOZGAT SÜRMELİSİ

       Yozgat’a tepeden doyasıya baktık. Şimdi de  benimle  şehrin  içinde  dolaşmaya  var mısınız? Çamlık Tepesi’ndeki otelden şehrin içine yürümek istedim. Hava güzel, etraf yemyeşil ve çam kokuyor. Hafif te bir esinti var. Belki yolda çamların bana söyleyeceği sevda türkülerini duyarım. Olur mu? Olur…Tepeden yokuş aşağı yürürken etrafı seyretmek oldukça huzur verici ve son derece sessiz… Yol boyu hiç kimseye rastlamadım ama çam ağaçları ve kuşlar ile selamlaşarak yoluma devam ettim. Bu arada kulağıma gelmesini beklediğim sevda türkülerinden de umudu kestim. Keser kesmez de neredeyse Yozgat’ın millî marşı olan ve 96 beyitten oluşmuş Yozgat Sürmelisi türküsünü Mp3 çalarımdan dinlemeye karar verdim. Hem de rahmetli Nida Tüfekçi’nin sesinden.

     Gelelim Sürmeli türküsünün hikayesine; Yozgat şehri 1760 yılı başlarında Bozok yaylasında etrafı ormanlarla çevrili, içerisinde bin bir çeşit kuşun ötüştüğü bir sahada kurulur. Yarı göçebe olan Yozgat halkı o zamanlar hayvancılıkla uğraşır ve geçimlerini de bu yoldan sağlardı. Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı, sırtında sazı Yozgat’tan Akdağmadeni’ne uzanan ormanların içinde sürüsüyle dolaşırdı. Ona bazen bir çamın dibinde sazının tellerini konuştururken, bazen de bir derenin kenarında kavalını üflerken rastlanırdı. Hep aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü. O sevgili ki güzelliği Bozok yaylasına yayılmış, ahu gözlü, sürmeli kaşlı, ay yüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı.

       Sürmeli  Bey,  ailesini  salarak babasından sevdiğini istetir, mağrur adam, kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler, ağalar girer ama boşuna, bir türlü kızın babasının gönlü olmaz ve iki sevgili birleşemezler.  Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey, alır sazını eline, Beşçamlar mevkiine gelir ve orada kendine bir dergâh kurar. Aşkını yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına, obasına ve Akdağlar’a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediği ve  içli sazına söylettiği nağmeler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey’in türküleri.

        NİDA TÜFEKÇİ ANITI

       Önümde  bulunan  kavşaktan  Lise  Caddesi’ne  doğru  seri  bir  şekilde  geçmeye çalışırken “Nida Tüfekçi Anıtı” (Sürmeli Anıtı) ile karşılaşmak beni oldukça heyecanlandırdı.  Çevresinde Yozgat otogarının bulunduğu ve alışveriş imkanlarının çok yoğun olduğu kavşağın tam göbeğine yerleştirilmiş anıtı görmeden geçmek mümkün değildi! Geniş bir kaide üzerine oturtulmuş anıta üç basamakla çıkılıyor. Türk halk müziğinin büyük ustası Nida Tüfekçi, sırtında takım elbisesi, elinde püskülü sallanan bağlaması ile yüzünde bir tebessümle uzaklara bakıyor. Hemen yanı başında dizlerinin üzerinde yere oturmuş eşi var. Dirseğini hayat arkadaşının dizine koymuş, elini de kendi başına dayamış. Kim bilir kaç yıl omuz omuza yaşanmış mutlu bir hayatı anlatıyor… Etkileyici bir tasvir olmuş doğrusu…! Kaidenin ortasında kabartma bir canlandırma ve yine kaidenin iki yanında biri Nida Tüfekçi’den biri de Bayram Bilge Tokel’den üzerinde dizeler yazılı panolar var.   Bu anıt Yozgat’ın bu güzel evladına, büyük ustaya vefa borcunun güzel bir göstergesi. Düşünüp, yapanların ellerine sağlık…

        YOZGAT LİSESİ

      Anıtı  arkamda  bırakarak  nihayet  Lise  Caddesi’ne  ulaştım.  Çam  ağaçlarının gölgesini verdiği ve süslediği cadde gayet güzel. Büyük şehirlerdeki trafik karmaşası ve neredeyse birbirlerini dirsekleyerek yürüyen insanlardan hiç bir iz yok bu şehirde…!  Güleç yüzlü Yozgat’ta huzur var anlayacağınız… Bilerek bu caddeye gelmek istedim ve şimdi sizi alıp kentin en güzel binalarından biri olan “Yozgat Lisesi’ne” götürüyorum. Cadde üzerindeki küçük demir parmaklıklı kapıdan bir kaç basamak çıkınca kendinizi birden bir zamanlar, “Taş Mektep” diye anılan bu muhteşem binanın bahçesinde buluyorsunuz. İnsanın içini ısıtan bu bina 1895’te II. Abdülhamit döneminde sarı kesme taşlarlaiki katlı, kırma çatılı ve dikdörtgen planlı olarak inşa edilmiş. Ya buradaki çam ağaçlarına ne demeli?… Lise binasını o kadar güzel süslüyorlar ki… Kimi çamlar dallarını giriş kapısına eğmiş, kimi çatıya yükselmiş, kimi de uzanmış gökyüzüne…

        Altı basamaktan çıkılan binanın kemerli giriş kapısının sağ üst kısmında küçük bir kitabe bulunuyor. Kemerin içinde kalan tahta kapının camlarla süslü üst kısmı gerçekten gözleri okşuyor. Yine giriş kapısının üstünde iki güzel sütun üzerine oturmuş üçgen alınlıklı cumba gibi çıkıntı fevkalade bir görünüş sağlamış bu güzel yapıya.

        Bahçede biraz oturdum. 1912 de Sultani (lise dengi okul) sonra 1924 de ortaokul, daha sonraları da 1933 den itibaren günümüze kadar bıkmadan usanmadan lise binası olarak Yozgatlılara hizmet veriyor. Eğitime bir ışık tutuyor. İçeriye girip şöyle bir bakındım ve giriş kapısının tam karşısına gelen tahta merdivenden 1. kata çıkıldığını gördüm. 14 basamağın nihayetinde karşıma gelen duvarda ise lise binasının en eski resimlerinden biri ve üstünde yazılı Atatürk’ün söylemiş olduğu söz çok dikkat çekiyor: “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır.” Böylece Büyük Önderimiz daha iyisine erişmemiz için tarihi iyi bilmek gerekliliğini vurgulamış…! Ne de güzel söylemiş..

        YOZGAT SAAT KULESİ

       Bir  süre  daha  bahçede  oturup  gördüklerimi  içime  sindirdikten  sonra  ver  elini Cumhuriyet Meydanı. Yaklaştıkça tekrar göreceğim için son derece heyecanlandığım Yozgat Saat Kulesi’ne ulaşmak 10 dakikamı bile almadı. Yıllar önce ilk kez Yozgat’a geldiğimde bu zarif kuleye adeta vurulmuştum. Ne kadar güzel bir mimarisi var anlatamam…! İşte şimdi bütün albenisiyle de yine karşımda. Önce hayran hayran baktım. Hatta farklı açılardan tekrar tekrar baktım, iyice yakınlaştım ve çevresinde adım adım dolaştım. Selamlaştık, hasret giderdik birlikte. Tekrar kavuştuk ve memnun olduk… Çok güzel duygular bunlar…Yeniden buluşmak çok güzel!

      Gelelim  benim  güzel  saat  kulemin  özelliklerine…  1908  yılında  o  zamanların Belediye Başkanı olan Tevfikzade Ahmet Bey tarafından yaptırılmış. Kulenin mimarı ise Yozgatlı Şakir Usta. Şehrin tam orta yerinde yükselen kule kare prizma şeklinde, kesme taştan inşa edilmiş ve enlemesine silmelerle de (kabartma kenar) altı kata bölünmüş. En üst kısmında ise çan seklinde çok şirin görünen bir kubbesi var. Hemen altında şerefe gibi bir balkonla çevrili kısımla, kubbe arasında her cephede bir saat kadranı bulunuyor.  Ağırlığı da 288 kg olan çan her yarım ve tam saatte hiç şaşmadan çan çan diye vuruyor ve bize hangi saat diliminde olduğumuzu haber veriyor. Hem de yüzyıldan bu yana hiç usanmadan.  Şerefeli kısmın altında üç kat aşağıya doğru, her katta yuvarlak kemerli birer pencerecik bulunuyor ve saat kulesine zemin katta bulunan kemerli kuzey kapısından da girilebiliyor. Umarım gözünüzde canlandırabileceğiniz bir tanımlama olmuştur…

      Tek başına Cumhuriyet Meydanı’na hakim konumda olan kule, Yozgat semalarına başını kaldırmış duruşuyla güzelliğini herkese gösterip, bu güleç yüzlü kenti süslemeye canla başla devam ediyor.

     Sevgili okurlar, geldik yine bu kez de yaptığımız yolculuğun sonuna!..  Büyük turizm potansiyeline sahip bu güzel kentte tekrar buluşmak üzere sizlere Yozgat Sürmelisi’nden bir dörtlükle veda ediyorum:

        Dersini almış da ediyor ezber,

        Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler?

        Bu dert beni iflah etmez, del eyler,

        Benim dert çekmeye dermanım mı var?

      Ocak  ayında  buluşmak  üzere  sağlık  ve  huzurla  kalın.  O  zamana  kadar  ve  her zaman güzel günler sizin, doğanın bereketi de üstünüze olsun.

       

     Kaynak: Yozgat İl Kültür Turizm Müdürlüğü resmi internet sitesi, Yozgat Valiliği ve Belediyesi, Orta Anadolu Kalkınma Ajansı’nın birlikte hazırladığı Yozgat Gezi Rehberi

 

YOZGAT’I ÇOK SEVDİM

                                                                                          12 Ekim 2013/İlhami KIZILAY

       Oğlumuz Bozok Üniversitesi Tarih bölümünü kazandığı zaman, “Oh, hele şükür” demiş, sevinmiştik. Almanya’dan Yozgat’ta yetişen bir delikanlı; büyük oğluma, “Yozgat mı? Eyvah!” demiş, “Baban orada yaşayamaz!”

       Zamanı  gelince,  oğlumuzun dayısı aldı bizi arabasına, hep birlikte,  ver elini Yozgat, dedik! Ankara ve çevresine göre ıssız, Almanya’ya göre çorak yollardan geçerek,3,5 saatte Yozgat’a geldik.

        Bozok  Üniversitesi’nin  yoluna  girdiğimiz  zaman  oğlumuzun  neşeli  hâlinden  eser kalmamıştı. Çok geçmeden, TOKİ’ye ait binaları ve diğer yeni yapıları, inşaatları gördük.  Çorak toprak üzerinde yükselen bu yapıların insanı hiç davet eden, kendine çeken bir hâli yoktu. Üniversite’nin binalarını görünce benim hoşuma gitti. Ama oğlumuzun suratı adamakıllı asılmıştı.

        Dönüşte  kiralık  evlere  bakmak  için  bir  mahalleye girdik. Ama eşim de oğlumuz da kaynım ve 14- 16 yaşındaki kızları da çok mutsuz görünüyorlardı.

        Çıktık  TOKİ  evlerinin  arasından,  Yozgat’ın  içine  yöneldik.   Gittik,  gittik,  büyük  bir alışveriş merkezine geldik. İndik otomobilden, çıktık o mağazanın üst katlarından birine, bir yerde oturduk.  Bir de baktık ki, “Ben okumam bu şehirde” diyerek oğlumuz ağlıyor. “Eyvah” dedik… İçimiz burkuldu onun gözyaşlarına. Çaresiz, düştük yola. Ver elini Ankara!

      İki  üç  gün  sonra  oğlumuz  fikrini  değiştirdi.   Ankara’da,  yeni  edindiği  bir  tanıdık çevresinde, Yozgat hakkında övgü dolu sözler işittiğini ve kararını değiştirdiğini söylüyordu.  Hemen atladık bir otobüse, yeniden Yozgat’a geldik. Bu arada eşimin Ankara’dan tanıdığı bir aile ile irtibat kurduk. Ev bulduk, kayıt işlemini tamamladık, kısa sürede taşınarak yerleştik.

       Bir aydır “Yozgatlı” yız. Oğlumuz öğrenime başladı. Öğretmenlerini, arkadaşlarını sevdi. Şimdi burada öğrenimini bitirmek ve doçent olarak üniversitede görev almak amacında. En çok sevdiği ders, Tarih. Tarih ile yatıyor, Tarih ile kalkıyor. Çok iyi arkadaşlıklar kurmuş. Hayatından memnun. Bizi sorarsanız;  biz, güler yüzlü ve yardımsever  esnafını çok beğendik Yozgat’ın. Ankara’nın en küçük mahallesinden de küçük olan Yozgat’ın, daha başka birçok beğendiğimiz yönü var.  Yurdumuzun dört yönünden binlerce genç insana kucak açarak ev sahipliği yapan, eğitim veren Bozok Üniversitesi, yeniden kurulan mahalleleri, parkları ile Anadolu’da Yozgat, yaşanacak en güzel şehirler arasına girmiş. Yozgat’ta yaşayan ve Yozgat’a hayat veren bütün insanlara, saygı ile.

       

       Kaynak: Yozgat İleri gazetesi

 

YOZGAT’IN ARTILARI VE EKSİLERİ   

                                                                    Prof. Dr. M. Oğuz ÖCAL/24.08.2014                    Karamsarlık iyi bir şey değildir. İnsanı ümitleri yaşatır ve geleceğe bağlar. Bardağın boş yanını bilmek kadar dolu yanını da görmek lazımdır.  Burdan bakınca Yozgat’ın olumlu birçok yönünün bulunduğunu söylememiz mümkündür:   

        Birincisi,   Yozgat   Selçuklu   ve   Osmanlı   çağından   beri   çok   ciddi   bir  tarım   ve hayvancılık tecrübesine ve bundan kaynaklı büyük bir potansiyele sahiptir. Yozgat, şimdilerde hızla yok olan ve bu nedenle de altın değerinde olan yerli hayvan ırkları ve bitki tohumlarını hâlâ kıyıda köşede muhafaza etmektedir. Bunlar, organik tarım ve yerli ırkların yeniden üretimi için yerel yönetimlerin ve üniversitenin öncülüğünde hayata geçirilebilir.

      İkincisi,   Yozgat   Ankara’ya   200  km   mesafede   olmasıyla   beş   milyon   nüfuslu   bir büyük şehrin yanı başında yer almaktadır. Özellikle kara ve demir yolunun iyileştirilmesine bağlı olarak ilerde banliyö olarak yerleşmek veya günübirlik gidip gelmek açısından son derece elverişli olacaktır. Bir başka açıdan söyleyecek olursak, özellikle Yozgat kökenliler için yeniden Yozgat’a yerleşmek ve Ankara’da çalışmak mümkün hâle gelebilecektir. Yozgat’a yerleşmeseler bile, ulaşımın kolaylaşması onların yatırım ve gelecek planlarını yeniden gözden geçirmelerini sağlayacaktır.

      Üçüncüsü;   Yozgat   doğal,   kültürel   miras   ve   kaplıca   turizmi  bakımından  üzerinde durulması gereken bir turizm destinasyonudur. Bozok Yaylası adı bir markadır ve bu ad yayla turizmi ile ilgili yüzlerce farklı hikâyeyi ve yaratıcılığı tetikleyebilir. Yozgat Çamlığından başlayarak Yozgat’ın bütünündeki endemik (sadece burada görülen) bitki ve hayvan zenginliği, yararlanılabilir koruma hikâyeleriyle turizme sunulabilir. Kültürel miras alanından ise bu yazıda sayamayacağım kadar farklı biçimlerde yararlanılabilir.

      Dördüncüsü,   Yozgat   dışında   çoğu   Ankara’da  olmak  üzere  ülke  içinde  ve  dışında bir milyondan fazla Yozgatlı yaşamaktadır. Olumsuz yönden bakacak olursak Yozgat göç vermiş ve güç kaybetmiştir diyebiliriz. Ama bu nüfusun Yozgat’la bir biçimde bağını güçlendirmek, onların bilgi, deneyim ve kaynaklarının Yozgat’a geri dönmesini sağlayarak göçün zararından kâr elde etmek mümkün olabilir.

      Beşincisi,  Yozgat’ın  sanayi  ve  fabrika  döneminde  yatırım  çekemediği  için  göç vermesi olumsuzdur ama topraklarının hâlâ tarım yapılabilir nitelikte bakir kalması, arazisinin betonlaşmaması olumludur. Üretmek ve kendine yeter olmak her zaman iyidir. Betonlaşmanın ve fabrikalaşmanın modasının geçtiği günümüzde tarım yapılabilir topraklara, hayvancılık yapılabilir yaylalara sahip olmanın değerini bilmek ve bundan yararlanabilmek gerekir. Yozgat’a bunlar gibi birçok farklı açıdan bakılabilir ve olumsuz gibi görülen yönlerden olumlu sonuçlar çıkarılabilir. Yeter ki karamsarlık yerine ümit aşılayan, yol gösteren, teşvik eden ve en önemlisi uygulama modelleri oluşturarak “taklit edilebilir” nitelikte projeler hayata geçiren öncüler olsun. Bu dönüştürücü öncüler, yerine ve durumuna göre bir yerel yönetici, bir yatırımcı, bir sivil toplum gönüllüsü veya bir akademisyen olabilir. Yeter ki iyi kurgulanmış bir yatırım ve kalkınma hikâyesi olsun bu kişilerin. Ankara’dan hızlı trenle veya otoyolla bir saatte gelinen, yerli tohumlarla organik tarım yapılan, kaplıcalarıyla şifa dağıtan, yayla kültürünü yaşatan, kadim uygarlıklarını ziyaret mekânı olarak iyi anlatan, köy kültürünü ve hayatını özgünlüğünü bozmadan ziyaretçilerine yaşatan ve bunu tarımsal sanayiye aktaran, sokaklarında yabancı görmeye alışan ve onlarla sosyal ilişkilerini güçlendiren bir Yozgat’ın geleceğine olumsuz bakılabilir mi?

     Çapanoğlu   Süleyman   Bey   ile   III.   Selim   arasındaki   yazışmaları   içeren fermanlardan ve Hüznî Baba’nın (1879-1936) Yozgat Destanı adlı meşhur şiirinden de anlaşıldığı üzere, Yozgat küçükbaş hayvan sürüleri bakımından çok zenginmiş ve İstanbul’u beslermiş. O çağda Yozgat’ın Osmanlı Devletinin güçlü, zengin ve gözde şehirlerinden biri olduğunu da unutmayalım. Devletin veya devleti yönetenlerin zorunlu ve gerekli alt yapı yatırımları dışında sihirli değneğini beklemek yerine, Yozgat’ın 20. yüzyılın son çeyreğinde bir köşeye fırlatıp attığı çoban değneğini yeni bir üslup ve yorumla eline alması bile çok şeyi değiştirebilir. Üretimden gelen gücün önünde durulamaz. Yeter ki Yozgat çağı ve geleceği yorumlayabilen öncülerle çalışma ve üretme potansiyelini harekete geçirsin. Sağlık ve mutlulukla nice bayramlara!

       

        Kaynak: http://www.cigdemliyiz.com

 

ÇOCUK, DELİKANLI VE YOZGAT

                                                                                      Ömer BAŞOL/17 Eylül 2014

       Çocuk  fakir  bir  mahallede  dünyaya  geldi.   Ona  ufuk  gösterecek,   rehberlik  edecek ne annesi nede babası vardı. Mahalleli desen hak getire. Gördüğü ve görebildiği en sosyal yer mahallesindeki çeşme başıydı. Herkeste bir ümitsizlik, bir boş vermişlik, böyle gelmiş böyle gider mantığı. İşin garibi herkeste bu durumu öyle kanıksamış ki, “Haydi biraz toparlanalım, kendimize gelelim. Yahu bu ne hal” diyene uzaylı muamelesi yapılan bir durum. Çocuk da alışmış bu duruma. Ne yapsın? İnsan, yetiştiği ortamın hamuruyla yoğrulur. Her şey öylesine bilmeden güzel aşılanmış ki. Birazcık kıpırdananlar, farklılık yaratanlar, çevrelerinden gelen klasik laflarla durdurulmuş; susturulmuş. Gönüllerine küsüp gidenlerin bir kısmı kendilerini kurtarmışlar. Çocukları makam mevki sahibi olmuşlar, ama “Bizim mahalleye de bir gidelim, elinden tutulacak bir çocuk vardır.” diyen pek çıkmadığı gibi, “Çekip çıkaralım.” diyenler olmuşsa da mahallelinin saplantılı düşünce duvarına çarpınca gerisin geriye dönmüşler. Hâlâ mahalleli dermiş ki, “Sizin babalarınız çekti gitti de siz okudunuz. Bizim mahallede oturanlardan adam çıkmaz. Makam mevki sahibi olunmaz.”

      Herkes  bu  mantıktaydı.  O  psikolojiyle  büyüdü.  Ders  çalışmadı  hiç.  Neden  çalışsın ki?…Zaten ondan bir şey olmazdı. Kim diyordu bunları: Ayşe teyze, Fatma nine, Mehmet emmi… Ne de olsa onlar büyüktü, görmüş geçirmiş insanlardı. Elbette kendisinden daha çok biliyorlardı. Yaşanmışlıkları, görmüşlükleri vardı. Onların lafına laf söylemek haddine miydi? O yüzden hep tembeldi. Kimsenin kendisinden beklentisi yoktu. Zaten o da toplumun beklentilerine göre yaşıyor ve davranıyordu.

       Gel   zaman   git   zaman.  Beşeriyet  akıp  gidiyor  ya. Bizim  çocuk  da  büyüdü,  delikanlı oluverdi. Liseye başladı. Çevresi daha da genişlemiş, ama algı hiç değişmemişti. Biraz biraz bazı şeyleri sorgular olmuştu. Kendinden daha iyi imkânlara sahip olanları görüyor ve onlara imreniyordu. Aklı yettiğince bunun nedenlerini düşünüyor ve düşündükçe mahallesinin yerleşmiş mantığıyla kavga eder hâle geliyordu. Ama çabası boşunaydı. Mahallenin ağır emmileri onu cahil olmakla suçlayıp bir güzel susturuveriyorlardı.

     Derdini   sıkıntısını   kimseye   anlatamıyordu.   Mahallesindeki   insanlar   onu  anlamıyor. Onun bir şeyler başaracağına inanmıyorlardı. Ona dikte edilen kaderi yaşamak istemiyordu. Birilerinin ona inanmasını, güvenmesini istiyordu. Bu desteği en çok da mahallesinden bekliyordu. Sadece ufak bir adımla ne kadar çok şeyin değişebileceğini onlara göstermek istiyordu. Ama bu düşüncesinin değil hayata geçirmek, dillendirmek bile mahalleli için bir alay kaynağı hâline geliyordu. Gün geçtikçe ümidi kırılıyor kıpırdanmaya başlayan o heyecanda gün be gün sönüyordu. Çaresizdi.

      Tek istediği kendini anlayacak,  dinleyecek  ve  en  önemlisi  de  kendisine  bir  şans vererek neler yapabildiğini gösterecek biri. Sadece bir kişi.

       Hâlâ mahalleliye inat; ümidi ve heyecanı azalsa da beklemeye devam ediyor.

       Hürmetle kalın.

       Not: Bu   yazıyı   bir   de   Çocuk   ve   delikanlının   yerine   Yozgat’ı,   mahallelinin  yerine de Yozgat’ta yaşayan insanları koyarak okursanız. Eminim taşlar yerine daha sağlam oturacaktır.

      

        Kaynak: http://www.yozgathaber.com

 

BİZİM KÖYDE KADIN HAKLARI

                                                                               Rıfat ÇAKIR/ 8 Ağustos 2012

    Özellikle  Apılı’nın avradı Urhuya, eli gotünde cuvara içerek, zeybek oynar gibi tarlasına giden Apılının 5 metre gerisinden, herifinin ensesini seyrederek bir omuzunda heybe, diğer omzunda küreğe takılı azık sufrası, karnı hamile, elinde su sitili, inciği açık, dişi dökük, göz kenarları mor, beli hafif kambur ve bezgin bir ifadeyle korkak adımlarla yürüyerek takip ederdi aslanını. Yanından aynı yük ve malzemeyle Cinni Zabit’i takip eden, avradı Hasgül geçerken birbirlerine sadece zavallı zavallı bakarlardı. Konuşma, selamlaşma ve hal hatır sorma gibi bir girişim olursa; erkekler güleç yüzlü kızgın ifadelerle, “Hemen kohulaşıyonuz kafirler” gibi espriyle karışık tehditkar kızgınlıklarını belirtirlerdi.

        Ben çocukken bizim köyün kadınlarının hepsinin adı “Laynnn”, Gız, Manyah, Davar oğlu davar, kotü avrat, kepezli falan zannederdim. Birtek Hasgül ve Urhuya’nın adlarını söylerdi kocaları… Köyün erkekleri birbirlerini yemeğe davet ederken, “Gel oğlüm, pahla gavutturması, yımırta bişittirmesi, baldırcan talattırması vs. gibi yemekler yiyelim diyerek çağırırlardı. Niye denilirdi bilir misiniz? Erkekler gerçekten tam hakimiyete sahipti. Kadınlar eksik etek, yani yarım akıllı kabul edilir, her türlü yönetim, sevk ve idare evin erkekleri tarafından sağlanırdı. Tüm çevre ve kadınlar tarafından İtibarlı, sert, acımasız ve akıllı kabul edilirdi herifler.. Bu durumu onayladığımdan söylemiyorum ama, kadınlara danışılacak en ufak bir konu, erkeği “Garı ağızlı” diye tanımlattırır, küçük düşürürdü.. Pahla gavutturması, yımırta bişittirmesi, çay demlettirmesi, baldırcan talattırması, kumpür kaynattırması derken, erkeğin kadına kesin talimatı ve kadının otomatiğe bağlanmış sürekli hizmet eden bir yaratık poziyonunda olduğunun kanıtıydı. Özellikle de tarım işlerinde çok acırdım kadınlara. Çocuk bakmak, yemek hazırlamak, kalabalık ev horantasıyla ilgilenmek, mallara saman dökmek, süt sağmak, havlu süpürmek vs. gibi aklıma gelmeyen yüzlerce işi hızlı, zamanında talimat almadan, otomatik olarak azar işitmeden yapması zaruriyetinden sonra birde tarlaya ırgatlık işlemeye giderlerdi. Giderken de her kadın Apılının Avrat ve Cinni Zabit’in Hasgul gibi giderdi bağa, bostana. Tırpanı erkekler biçerdi. Kadınların gücü yetmez diye. Deste toplamak, yığın yapmak, ortalığı düzenlemek yine kadına aitti. Yani tırpan hariç her iş…..

       Erkek olmak büyük bir ayrıcalıktı. Avrat döğme erkekliğin kabul edilebilir ve gurur duyulacak bir özelliğiydi. Taze gelinler kısık sesle, yere bakarak konuşurlar, yemek artıklarını arkasını dönerek bir köşede yerlerdi. Onlarca kez aldığı yumuş denilen talimatlarla sofrasından kalkar, burnundan gelirdi yedikleri. Göç her zaman aksi tesir edecek değil ya.. Kadın erkek eşitliğinin de başlangıcını oluşturdu.

       Angare’de,  Isdanbıl’da,  Yozgat’ta  işe  girmiş  adamlar,  avratlarına  yeni  asbaplar almış, gollarınde çenteynen köye gelince diğer avratlarda uyanmaya başladı. Herifleriyle şakalaşmaya da başladılar. Kafir herif, get sıracalı falan diyorlardı artık. Daha sonra gerek ekonomik, gerek sosyal aile kararlarını ortak almaya başladılar. Mevcut halleri hızlı gelişmeye başlayınca kadın akıllarından yararlanıldı. İsabetli ve doğru kararlar çıkınca da terazi çabuk eşitlendi. Ne güzel oldu. O zamanlar sadece Yozgat’ta yaşanmıyordu bu kültür. Tüm Türkiye’de yaşanıyordu. Parodilere skeçlere konu oluyordu köylü yaşamı.

       Cumhuriyet  ve demokrasi kültürü geliştikçe medeniyet daha hızlı ilerlemeye başladı. Tek tük arada kalan benzeri yaşamlar kadın-erkek eleştirileriyle bunaltılınca, hiç kalmayacak şekilde yok edildi. Kadın doktorlar, milletvekilleri, eğitimciler, sporcular çoğaldıkça ülkemiz ve köylerimiz daha da gelişti ve zenginleşti. Daha hijyenik, sağlıklı ve eğitimli nesiller ortaya çıktı. Yaklaşık 30 sene öncesinin dramatik yaşamını gülerek ve hüzünlenerek anıyor, analarımızın, eşlerimizin ve kızlarımızın kıymetlerini daha da iyi anlıyoruz.

       

       Kaynak: Yozgat İleri gazetesi

 

TARİH İÇİNDE YOZGAT MUSİKÎ FOLKLORU

                                                                              Türkmen ÇOPUR/16 Aralık 2010

      Yozgat  denince  “Sürmeli’yi,  “Sürmeli” denince  de  bu  klasik  türküyü  kendine  has  o içli, duygulu ve lirik üslubu ile ölümsüzleştiren merhum Nida Tüfekçi’yi hatırlarız hemen. Bir Yozgat’lı olarak sadece Yozgat türkülerinin derlenip toparlanmasında değil, Anadolu halk müziğinin derlenmesi, notaya alınması, doğru olarak icrası ve sıhhatli bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılması noktasında Muzaffer Sarısözen’den sonra en çok emeği geçen rahmetli Nida Tüfekçi’nin daha çok fiili ve uygulamalı hizmetlerini anmak gerekir. Merhum Nida Tüfekçi’nin bir hemşehrilik saikiyle ve bir mensubiyet duygusu ile Yozgat müzik ve oyun folkloruna belirgin ve bariz bir yakınlıkta durmasını isteyenlerin bir bakıma haklı sayılabilecek eleştirilerini bir kenara koyarsak, Nida Tüfekçi Hoca, başta sürmeliler olmak üzere Yozgat türkü, bozlak ve halaylarının tanınıp sevilmesinde çok önemli bir rol oynamıştır.

        TRT’de hem hoca ve şef olarak, hem de yıllarca yayın tekelini elinde bulunduran böyle bir kurumda önemli idari görevler üstlenmiş biri olarak Nida Tüfekçi daha fazla neler yapabilirdi bilmiyorum ama, bence asıl yapması gerekenlerden biri şu idi: Öncelikle Anadolu folkloru, halk edebiyatı ve Anadolu halk müziğini tüm türleri ve yöreleri en iyi bilen; müzik alanında olmasa bile yüksek tahsil yapmış olmanın verdiği mantık ve mantalite ile gelişmiş ve incelmiş bir zevk ve kültüre sahip olan; inceleme, araştırma, tahlil yeteneğine sahip, belki daha da önemlisi bu milleti millet yapan değerlerin bilincinde bir sanatçı hoca olarak, Yozgat müzik ve oyun folkloru üzerine derli toplu bir eser ortaya koyabilirdi. Şurası da var ki, Nida Tüfekçi, gerek Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi’ne yazdığı o uzun “Türk Halk Müziği” adlı makalesi ile, gerek uluslararası Türk Folklor Kongrelerinde sunduğu bildirilerle ve gerekse zaman zaman kendisi ile yapılmış röportajlarda söyledikleri ve yazdıkları ile konuya genel ve milli planda yaklaşmayı tercih etmiş, bütünü kucaklayan bir ilgi ve tecessüsle meseleye yaklaşmıştır. Merhum Nida Hoca’nın hizmetleri elbette her zaman takdirle yad edilecektir.
       Bütün  bir  Orta  Anadolu  ses  ve  saz  kültürünü  sanatında  toplayarak  eşsiz bağlaması, duygulu ve lirik sesi ile Yozgat türkülerinin, özellikle “Sürmeli”lerin usta yorumcusu merhum Nida Tüfekçi’yi bu vesileyle bir kez daha rahmetle anıyorum, unuttuklarımızdan af dileyerek…

       Yozgat mahalli müzik ve kültürüne,  çeşitli zamanlarda,  çeşitli  şekillerde  değerli hizmetler veren pek çok isim vardır şüphesiz. Bunların başında da genç yaşta aramızdan ayrılan TRT Ankara Radyosu bağlama sanatçılarından merhum Osman Duran’ı, rahmet ve saygıyla anmak isterim. Özellikle Boğazlıyan türkülerinin derlenip notaya alınmasında değerli hizmetleri olan TRT ses sanatçısı Soner Özbilen’i de anmak gerek elbette. Malum şartlardan dolayı isimlerini ülke genelinde duyurma imkanı bulamayan ama yörelerinde yaygın bir şöhreti olan, “düğün çalgıcısı” görünümü vermemek için düğünlere dahi gitmeyen yöresel sanatçılar var bir de. Mesela Akdağ’lı öğretmen Niyazi Ülkü, Boğazlıyan Müftükışla köyünden rahmetli babam Hüseyin Tokel, Yerköy’lü Sazcı Veysel bunlardan sadece birkaçı… Bir de dünden bugüne kendilerinden türküler derlenen, yöre tavır ve üslubuna hakim halktan insanlar, yani kaynak kişiler var ki, böyle bir yazıda hiç değilse isimlerinin anılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum: Nida Hoca’nın babası Hamdi Tüfekçi, kız kardeşi Aysel Sezer ve Fahri Akbilek, Sabri Saygılı, Durak Paytoncuoğlu, Sabiha Kubilay, Mevlide Kayhan, Halime Tunç, Fırıncı Ahmet Ağa ve İbrahim Bakır bunlardan bazıları.

       Yozgat musikî folklorunun doğduğu sosyal ve kültürel arka planı ele alan, özellikle mahalli edebiyat ve bu edebiyatın ünlü simaları üzerine ilmi çalılşmalarda bulunan Doç. Dr. Ocal Oğuz’un, yukarıda andığımız eserlerinin dışında, genel yayın yönetmenliğini yaptığı Millî Folklor dergisindeki konuyla ilgili yazılarını da anmak gerekir.

       Yılmaz Göksoy ve Mahmut Işıtman’ın, daha çok yazılı basın yoluyla Yozgat kültür ve edebiyatının, yöre âşıklarının tanıtılmasına ve folklorik ürünlerin derlenip toparlanmasına yönelik çalışmalarını da saygıyla anmak gerekir.
       Birkaç yıl önce “Sürmelim” adıyla Yozgat türkülerinin notalarını içeren bir de kitap yayımlayarak Yozgat Sürmelileri üzerinde hassasiyet gösteren Süleyman Sökmen’i de hiç bıkmadan, yorulmadan, amatör bir ruh ve heyecanla yıllardır sürdürdüğü gayret ve çalışmalarından dolayı burada anmak istiyorum. Fakat sadece dizgi değil, aynı zamanda bilgi yanlışlarıyla da malul olan bu kitapta -Sürmeliler konusu başta olmak üzere- ileri sürülen görüşlerin tartışılmaya ihtiyaç gösterdiğini sanıyorum. İnsanların ait oldukları, mensubiyet duydukları kültür ve değerlerden kaynaklanan eserleri -mesela türküleri- istedikleri kadar ve istedikleri şekilde sevmelerine şüphesiz kimse bir şey diyemez. Ama doğru ve güzel olan, bu sevginin bilim, sanat, edebiyat ve müziğin kendilerine has disiplinleri ile de mütenasip düşmesidir. Sürmeliler elbet bizimdir, güzeldir ve gerçekten bir türkü klasiği mesabesinde yüksek sanat eseridir, fakat tıpkı ona bir tür güneş/dil teorisi fonksiyonu yükleyerek fantazilerimizin ve duygularımızın aracı haline getirirsek Sürmeli’yi yaralayabiliriz. Bir de bazı konularda daha önceden kayda değer bir şeylerin söylenmemiş olması, o konuda her şeyin söylenebileceği anlamına gelmez.

       Ertuğrul  Kapusuzoğlu’nun  sabır  ve  ısrarla  yıllardır  Yozgat  mahalli  kültür  ve edebiyatının tespiti ve zenginleştirilmesi gayretlerini, mahalli geleneklerin günümüze taşınmasına yönelik çalışmalarını -eleştiri hakkımı saklı tutarak- burada anmak isterim.
Mustafa Uslu’nun çeşitli mahalli ve ulusal yayın organlarında zaman zaman görülen folklorik derlemelerinin, bu konularda genel malzeme toplamaktan öte fazla bir kıymeti harbiyesinin olmadığı söylenebilir. Bu konulara meraklı ve hayli gayretli de olan sayın Uslu’nun, bu işin amatörce bir zevk tatmini olmaktan öte bir anlamı olduğunu, bir noktada önemli ve ağır sorumluluğu gerektirdiğini bilmemesi elbette mümkün değil. Bu faydalı çalışmaların, konusunda daha hazırlıklı ve donanımlı bir araştırmacı-derleyici sıfatıyla sürdürülmesi dileğimizdir.

 

YOZGAT DUVAR YAZILARI ÜZERİNE

                                                                                  Muhsin KÖKTÜRK/06 Mart 2015

     Duvar  yazıları,  son  yıllarda  yeni  bir  anlam  kazanarak  düşünce  ve  duygu aktarımının bir başka yolu oldu. İnternette gezinirken birbirinden ilginç ve güzel duvar yazılarıyla karşılaşıyorsunuz. Kimi zaman ilginç bir fotoğrafın, kimi zaman bir trafik levhası görüntüsünün, kimi zaman bir defter sayfasının üstüne yazılmış bu sözler, insanı bazen güldürüyor; bazen hüzünlendiriyor.

      Geçenlerde  merak  sardım.  Acaba  Yozgat’la  ilgili  ne  gibi  duvar  yazıları  var  diye, sanal âlemde bir gezintiye çıktım. İyi ki çıkmışım. Neler buldum neler!..

       İç  Anadolu  insanı;  çok  temiz,  içten  ve  sevecen  oluyor.  Hele  Yozgatlı  olunca bu bir kat daha artıyor. Yozgatlı, her yerde olduğu gibi duvar yazılarında da yerel kültürünü öne çıkarıyor. Buram buram Yozgat kokuyor bu yazılar. Sevgiyi, özlemi, öfkeyi, kısacası insana özgü tüm duyguları görebiliyorsunuz bunlarda. Bazıları öyle güzel görsel ögelerle desteklenmiş ki ilginizi çekiyor hemen. Hepsinde bir zekâ parıltısı var. Gülmece (mizah) anlayışı ön planda. Çoğunda ortak bir nokta var: Yozgat ağzı. Evet, yerel ağız, özellikle yansıtılmış duvar yazılarına.

      Dilerim  duvar  yazılarıyla  ilgili  görüşlerimi  basite  almazsınız.  Atasözleri,  mâniler, bilmeceler, ninniler nasıl birer halk kültürü ürünüyse duvar yazılarını da öyle görüyorum. Gelişen teknolojinin yarattığı bir etkinlik, yeni bir güç olarak algılıyorum.

      Duvar  yazıları;  eleştiriye,  gülmeceye  görsellik  katıp  güç  kazandırıyor.  İnsanın yaratıcı gücünü bunlarda tüm özgünlüğüyle görüyorsunuz.

     Aşağıda   beğendiğim   duvar   yazılarından   birkaçını   sizlerle  paylaşıyorum.   Bazılarında yazım ve noktalama yanlışı var, ama her yönüyle sevimli ve özgün yazılar bunlar. Her birinde inceden dokunuşlar var:

YOZGAT MI BOZOK MU TARTIŞMASI ÜZERİNE

                                                                             Muhsin KÖKTÜRK/16 Nisan 2015

     Son  zamanlarda  Güneydoğu   Anadoludaki   birçok  yerleşim  yerinin  adının değiştirilmesi gündemdedir. Aynı konu Yozgat için de ileri sürülmektedir. Bu konuda Yozgat gazetesinin bir okuyucu anketi de vardır. Konuyla ilgili farklı görüş ve düşünceler söz konusudur. Ben de burada kendi görüş ve düşüncemi açıklamaya çalışacağım.

       Önce  ilin  adının  tarihçesine  kısa  bir  göz  atalım:  Bozok  Yaylası  içerisinde  yer  alan Yozgat’ın asıl adı “Bozok”tur. 1800’lü yıllara doğru bu adın yanı sıra Yozgat adı da söylenmeye başlamıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra 2. dönem Kütahya Milletvekili Cemil Bey tarafından verilen bir önergeyle “Yozgat” adı “Bozok” olarak değiştirilmiş, ardından 23 Haziran 1927’de Bozok Milletvekili Süleyman Sırrı (İçöz) Bey ve arkadaşlarının verdiği bir önergeyle de “Bozok” adı yeniden “Yozgat” olarak kabul edilmiştir. Yozgat adının nasıl olup da “Bozok”tan dönüştürüldüğü ve yeni adın bir bilimsellik taşımadığı konusunda birtakım savlar vardır. Bu tartışılabilir.

       Şimdi  gelelim  bugüne.  1927  yılından  bu  yana  “Yozgat”  olarak  anılan  bu  adla  ilgili birtakım söylenceler (efsaneler) vardır. Yozgat’la ilgili pek çok şiirler, kitaplar yazılmıştır. “Yozgat” adı yüreklere kazınmıştır artık.

      “Bozok”  adı  mı  daha  güzel  ve  uygundur   yoksa   “Yozgat”  adı  mı?   Bence  sorun  bu değil. 1927’den bu yana kullanılan “Yozgat” adı herhangi bir tepki görmeden benimsenmiş ve günümüze dek gelmiştir. İnanıyorum ki çoğu Yozgatlı (Bakınız “Bozoklu” değil, “Yozgatlı” diyorum.) bu addan rahatsız değil. Çünkü doğduğundan beri bu adı duydu, onunla özdeşleşti.

        Bir söz vardır, katılın ya da katılmayın: “Alışmış kudurmuştan beterdir.” Biz “Yozgat” adına alışmışız bir kez. Şimdi ortada fol yok, yumurta yokken ne oldu da kentin adı “Bozok” yapılmaya, bu konuda bir zemin oluşturulmaya çalışılıyor?… Tamam, “Bozok” adını yadsımıyoruz. Atatürk’ün de dediği gibi, “Bozok Yaylası’nın yiğit evlatları.”yız. Bundan da rahatsız değiliz. Ama Yozgat adı ve Yozgatlılık içimize sinmiş bir kez. Onu birtakım zorlamalarla söküp atmaya çalışmanın ne anlamı var?..

     Düşünüp  taşınıyorum,  kendimi zorluyorum;  ancak  bir türlü kabullenemiyorum “Yozgat” yerine “Bozok” demeyi. Kimi zaman da şeytanca düşünüyorum: Acaba Güneydoğu Anadolu illerindeki birtakım yerleşim yeri adların Kürtçe adlarla değiştirilmesini hoşgörmeye bir zemin mi hazırlanıyor? Yani, “Görüyorsunuz, biz yalnızca Güneydoğu Anadolu’daki bazı yerleşim yeri adlarının değil; halkın istediği tüm adların değiştirilmesinden yanayız.” havası mı yaratılmak isteniyor?

      Ben,  “Yozgat”  adının  “Bozok”  olarak  değiştirilmesine   şiddetle  karşıyım.   Bu,  hiçbir zaman “Bozok” adına ve onun kökenine saygısızlık olarak algılanmamalıdır. Bozok Türkmenlerinden kaynaklanan bu ada saygım sonsuz. Ama böyle ulusalcı birtakım duyguları körükleyerek kentin adının değiştirilmesini içtenlikli bulmuyorum.

       Bugün  Yozgatlı  olmaktan  ve  bu  adı  taşımaktan  gurur  duyan  büyük  bir  kesim  var. “Yozgat” adını “Bozok” olarak değiştirmenin kente ne katkısı olacak? Bununla uğraşılacağına ilin işsizlik, yoksulluk ve kalkınma sorunlarıyla uğraşılsa daha iyi olmaz mı? İlin adı “Yozgat” olmuş, “Bozok” olmuş neyi değiştirir ki?…

      Yozgatlı,  ekmek  ve  aş  savaşı  veriyor.  İstihdam  için  fabrikalar  bekliyor.  Hava  alanı ve hızlı tren istiyor. Yoksulluktan, geri kalmışlıktan kurtarılmanın özlemini taşıyor. Bırakın bu anlamsız çabaları. Halkın sorunlarına çözüm üretin. Köylünün, esnafın, işçinin, memurun, emeklinin beklentilerine yanıt verin, derdine çözüm olun. Gerisi boş.

 

YOZGAT DA YAPILAŞMA KURBANI

                                                                               Muhsin KÖKTÜRK/27 Nisan 2015

        Şöyle  50-55  yıl  öncesini  düşünüyorum da kahroluyorum.  Nasıl kahrolmayayım ki?… Yozgat şirin mi şirin, doğal mı doğal bir kentti. Evler genellikle tek ya da iki katlıydı. Bahçesiz ev yok gibiydi. Bahçelerde hemen her tür ağaç bulunurdu: badem, erik, elma, armut, kiraz, vişne, dut, ceviz, ayva.

       İlkbaharın habercisi olan badem ağaçları hepsinden önce çiçek açar, bahçelere ayrı bir güzellik verirdi. Onu erik, elma, armut, kiraz, vişne ağaçları izlerdi. Son noktayı ceviz ve ayva ağaçları koyardı. Ya şimdi?… Artık Yozgat’ta ne o eski evler var ne de bahçeler. Yerini betonarme apartmanlara bıraktı bu güzellikler. Geride yalnızca anılarımız kaldı.

Belki ilkel yapılardı evlerimiz. Ama doğayla iç içeydi. Altında oturabileceğimiz, dalından meyve koparıp yiyebileceğimiz ağaçlarımız; oynamak için doğal oyun alanlarımız vardı. Hepsini yitirdik.

     Bazen bahçe bize yetmezdi. Olsun. Gidecek, gezecek başka güzel yerlere de sahiptik. Yeniler bilmezler. “Bademlik” diye bir piknik yerimiz vardı. Ailece oraya gider piknik yapardık. “Abdullah’ın (Abdullanın) Bostanı” denilen bir boş alana gider, doyasıya top oynardık. Çamlık’ı bilmeyen yok zaten. Orası bizim başlıca mesire yerimizdi. Ne bademlik kaldı şimdi ne de Abdullah’ın Bostanı!.. Allah’tan Çamlık ulusal park ilan edildi de doğa katliamından kurtuldu.

     Doluyum  dostlar,  çok  doluyum.  Çocukluk  günlerimi  anımsayıp  bugüne  baktığımda üzülüyor, ağlamaklı oluyorum. Kendimi yine de şanslı sayıyorum. Hiç olmazsa çocukluğumda bu güzellikleri yaşadım. Üzüntüm daha çok şimdikilere, hani şu apartman çocuklarına. Önünde oynayacakları doğru dürüst bir bahçesi olmayan, pencereleri birbirine bakan apartman dairelerinde oturan bu çocuklar, bizim gibi yaşayamıyorlar çocukluklarını.

      Rahmetli babam da yıllar önce Yozgattaki yapılaşma kervanına katılmak zorunda kalıp evini bir müteahhide kat karşılığı vermişti. Hiç unutmuyorum. Ev bitti. Hakkımıza düşen daireleri almaya gittik. Apartmanın merdivenlerini çıkarken yaşadığım şaşkınlığı anlatamam. Merdiven basamaklarının her biri diğerinden farklı genişlik ve yükseklikteydi. Sanki özellikle böyle yapılmıştı. Evlerin içinde de dışında da özensizlik egemendi. Çevremizdeki hangi yapıya baksak benzer manzaralarla karşılaşıyorduk.

      Kuşkusuz şimdiki apartmanlar daha gösterişli. Kiminin bahçesinde göstermelik de olsa çocuk bahçesi var. Ama değişmeyen bir ortak yanları var hepsinin: Katledilen doğanın mirasçıları bu apartmanlar. Her biri bir katil gibi görünüyor gözüme. Bir türlü sevemiyorum bu yapıları.

       Yapılaşma  sorunu  yalnızca  Yozgat’ın  sorunu  değil  elbette,  tüm  kentlerin  ortak sorunu. Bu sorun daha başlangıçta görülüp gereken önlemler alınsaydı ne güzel olurdu. Ama kimi zaman basit çıkarlar kimi zaman büyük rantlar engel oldu buna. Bir evi varken üç dört ev sahibi olmak tatlı geldi mülk sahiplerine. Aldıkları arsa üzerine 25-30 daire yapıp birkaçını arsa sahibine vererek kalanını satan müteahhitlere tatlı geldi para kazanmak. Sonuç; tek ya da iki katlı, bahçeli evler yerine yükselen boy boy apartmanlar, yok edilen yeşillikler…

       Evimizin  önünde  oynadığımız,  akşamın  geç  saatlerine  dek  vakit  geçirdiğimiz  o yeşillikler yok bugün. Doğal yaşam alanlarımız bir bir elden çıktı. Biraz şanslı olanlar, apartmanlarının penceresinden Çamlık’ı görüp kendilerini avutuyorlar şimdi.

 

YOZGATLILARIN SİYASİLERDEN BEKLENTİLERİ

                                                                            Muhsin KÖKTÜRK/29 Nisan 2015

        Yozgat  insanı  alçakgönüllüdür.  Tok  gözlüdür. Biraz uysaldır, pek öyle sesi soluğu çıkmaz. Ülke sevdalısıdır. O nedenle pek fazla beklentisi yoktur devlet büyüklerinden. Aslında büyük sıkıntıları vardır Yozgatlının. Yığın yığındır, boyunu aşan sorunlardır bunlar. Ama o hep sessiz, sakin ve suskundur. Şükürcü anlayışının, sabredici gücünün, devlete saygıcı yaklaşımının bir sonucudur bu. Bundan yararlanarak Yozgatlının beklentilerine sırt çevirmek akılcı bir tutum olmasa gerek.

        “Yumuşak huylu atın çiftesi pek olur.” derler. Öyle fazla yüklenmeyiniz Yozgatlıya, fazla ezmeyiniz onu. Gün gelir, sabır taşı çatlar; işte o zaman tepkisi nasıl olurmuş Yozgatlının herkes görür.

        Yozgatlı, ülkeyi yönetenlerden ne bekler? Herkes gibi öncelikle aş bekler, iş bekler. Aş için, iş için istihdam yaratacak fabrikalar bekler. Kent ekonomisinin canlanması için gerekli önlemlerin alınmasını bekler. Dışarı göçün durdurulması için adımlar atılmasını bekler. Güneydoğu illerine yapıldığı gibi teşvik bekler. Hava alanı, hızlı demiryolu bekler. Çiftçi için ucuz mazot, ucuz gübre bekler.

        Yozgat,  pek  çok  devlet  adamı  ve  bürokrat  yetiştirmiştir.  Hemen  her  dönem hükûmette önemli görevler üstelen bakanlara sahip olmuştur. Ne var ki mum dibine ışık vermemiş, Yozgatlı yukarıdaki isteklerine yanıt bulamamıştır.

        Şimdi önümüzde bir genel seçim var. Partilerin adayları, Yozgat’ın ve Yozgatlıların sorunlarını gündeme getirip birtakım vaatlerde bulunuyorlar. Artık son söz halkın. Yozgatlılar, özgür iradeleriyle kendilerine bir yol çizecek ve gönüllerinden geçen partiye oy verecekler. Ama kime oy verirlerse versinler, bundan böyle verilen sözlerin takipçisi olmalı, bunlar yerine getirilmediğinde hesap sormayı bilmelidirler. Yoksa, eşek kuyruğu gibi ne uzar ne kısalır; durdukları yerde öylece kalırlar.

        Yozgat’tan milletvekili seçilecek olanlara da bir iki sözüm var: Milletvekili seçildikten sonra Yozgatlıyı unutmayınız. Ona sırtınızı dönmeyiniz. Sürekli Yozgatlının arasında olunuz. Yozgatlının sorunlarını çözmek için elinizden geleni yapınız. Bunun için mücadele ediniz. Artık Yozgatlının sabrı kalmadı. Üvey evlat olmak istemiyor artık. Verdiğiniz sözleri yerine getirmezseniz, biliniz ki Yozgatlı sizi bir daha o Meclis’e sokmayacaktır.

       Yozgatlı;  milletvekili  olacaklardan  hakka,  hukuka,  adalete,  ahlâka  dayalı  bir uygulama bekliyor. Bunu düşünerek hareket ediniz. Kul hakkı yemekten kaçınınız. Kendinizi değil, temsil ettiğiniz kenti düşününüz. Böyle yaparsanız tarihe geçersiniz, yoksa adınız bile anılmaz.

 

ALMANLARIN ATALARI OLAN “GALAT”LAR YOZGATLIYMIŞ

                                                                            Muhsin KÖKTÜRK/30 Nisan 2016

        Almanların  ataları  olan  Galatların  Yozgat  kökenli  olduğu  konusunda  birtakım iddialar bulunduğu bilinen bir gerçek. “Vikipedi” ansiklopedisinde bu konuda açıklamalar yer almakta, bunların birinde şu bilgilere yer verilmektedir:

       “Galatlar,  MÖ  280-274  yıllarında  Balkanlar  ve  Batı  Anadolu’da  yaşadıktan  sonra Orta Anadolu’da Ankara, Çorum ve Yozgat yöresine yerleşen Orta Avrupa kökenli Kelt kavmine bağlı Galyalılara Yunanların ve Romalıların verdiği addır. Galatların yerleştiği bölgeye Antik Çağ’da Galatya adı verildi. Aşiret yapısına dayanan Galat krallıkları, Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altına girdikleri MÖ 1. yüzyıla kadar bu bölgede varlıklarını sürdürdüler. Orta Anadolu’da Galat dilinin MS 7. yüzyıla dek konuşulduğuna dair belirtiler vardır.

      Galatlar   ile  Yozgat  arasındaki  ilişki,  bir  zamanlar  Hürriyet  Gazetesinde  “Almanlar Yozgatlıymış” başlığı altında yayımlandı. Bu yazıdan da bir bölüm sunuyorum:

       “Almanyadaki  St. Paul  Akademisi  Başkanı  Prof.  Dr.  Paul  Imhof,  atalarının  izlerini bulmak üzere, akademik ekibiyle Yozgat’ta incelemelere başladı. Alman ırkının yanı sıra, İrlanda ve İskoç halklarının da Yozgat’ta yaşadığını ileri süren Prof. Dr. Imhof, “Galat mektupları bunu açıkça ortaya koymakla birlikte, Yozgat Müzesi bahçesinde bulunan ve Alman-İrlanda-İskoç-Türk halklarını temsil eden motifin yer aldığı lahit de bunu kanıtlamaktadır.” dedi.

        Yozgat’ta  Galatlarla  ilgili  yaygın  bir  görüş  egemen  olmuştur:   Yozgat  merkeze Sorgun ilçesi yönünde 20 km. uzaklıkta bulunan “Kerkenez Kalıntıları”nın ve Yozgat’ın kuzey batısında bulunan Büyük Nefes, Küçük Nefes köylerinde bulunan kalıntı mezarların ayrıntılı incelemesi sonucu, Galatların bu bölgede yaşadıkları neredeyse kesinleşmiştir. Çünkü bulunan tablet ve mezar taşlarında yer alan simgelerin bire bir Galatların kullandığı ve şimdi de Almanya’nın kullandığı simgelerle çok benzer olduğu ortaya çıkarılmıştır. Hatta Alman bilim insanları, bu incelemelerini daha da öteye götürmek amacıyla Büyük Nefes köyüne yakın “Kırıklı” mevkiindeki düzlüğe (Son yıllara kadar Yozgat’ta at yarışları bu düzlükte yapılmaktaydı.) küçük bir hava alanı yapılması önerisinde bulunmuşlar, fakat maliyet hesapları nedeniyle şimdilik bu projeden vazgeçmişlerdir

        Bugün Yozgat Çamlık’ta bulunan ünlü otelin inşaatı yıllarında orada bulunan Alman profesör; otel sahibine elindeki bulgu, bilgi ve belgeleri göstererek otelin adının “Galat Otel” olmasını rica etmiş; otel sahibi de bu bilgi ve belgelerin ışığında profesörün anlattıklarını gerçekçi bularak otelin adını “Galat Otel” olarak belirlemiştir. Otele gittiğinizde adının “Galat Otel” konulmasının ayrıntılarını çerçeveletilmiş bir panoda görebilirsiniz.

        Buraya kadar her şey tamam. Ama Galatların Yozgatlı olup olmadıkları konusunda daha önce hiç duymadığınız ilginç bir öykü var. İlk kez burada okuyacağınız bu öykü, tümüyle bir hayal ürünü ve ilginç bir gülmece. Öykünün yaratıcısı, Ankara’da yaşayan, çevresindekileri konuşmalarıyla kırıp geçiren Yozgatlı bir hemşehrimiz: Avukat Ali Avcı.

        Sayın Avcı; Galatlar konusuna çok merak sarmış, kendi çapında birtakım araştırma ve incelemeler yapmış; ama bir noktada tıkanıp kalmış. Sonra da hayal gücünü kullanıp yarattığı gülmece öyküsüyle Galatların kökeni konusuna son noktayı koymuş. Gelin birlikte okuyalım bu öyküyü:

        Galatların Yozgat merkez ve yöresinde yaşamlarını sürdürdüğü sıralarda, Yozgat’ın hemen kuzeyinde Hititler gelişmeye başlamış ve Boğazkale’ye büyük bir kent kurmuşlar. Ardından Galatları huzursuz etmeye ve kentlerini ele geçirmeye başlamışlar. Bundan büyük rahatsızlık duyan Galatlar, Hititlerden kurtulmak amacıyla bulundukları yerden göç edip daha batıya gitmek için karar almışlar. Bu kararlarını da Yozgat Kerkenez’de bulunan diğer Galat ailelerine iletmişler. Ancak bu aileler göç etmek istememişler. Bunun üzerine, göç etmek isteyenler kalanları uyarmışlar:

       ― Eğer burada kalırsanız Hititler burayı da işgal ederler, siz de onların baskı ve zulmü ile yozlaşırsınız. Size de “Yoz Galat” derler. Gerçekten de bu öngörü gerçekleşmiş, kalan Galatlara “Yoz Galat” denmiş, zamanla “Yozgat” biçiminde söylenmeye başlanarak kentimizin bugünkü adı ortaya çıkmış.

        Batıya doğru göç eden Galatlara gelince, onlar bugünkü İstanbul’a ulaştıklarında,

      ― Kalanlardan  bazıları  peşimizden  geliyor olabilir. Bunları görmek için bir kule inşa edelim. Bu kuleden onları gözetleriz, demişler. Böylece bir kule inşa etmişler. O kuleye de “Galata Kulesi” adını vermişler. Ancak gelen kimse olmamış. Bunun üzerine biraz daha batıya ilerlemiş Galatlar. Bunların bir kısmı,

     ― Belki yine gelen olabilir. Biz buraya bir saray inşa edelim. Hem bizim buradan geçtiğimizi de öğrenirler, demişler. Bu kez bir saray inşa etmişler. İnşa sırasında, “Sarayı kime yapıyorsunuz?” sorusuna “Galat’a saray yapıyoruz.” dediklerinden, sarayın adını da “Galata Saray” koymuşlar.

       Daha   da  batıya  ilerleyen  Galatlar,   bu   kez  bir  su  kanalı  ile  karşılaşmışlar.  Karşıya geçmek zorunda kalınca, suyun üzerine bir köprü yapmış ve adını da “Galata Köprüsü” demişler.

       Köprüden   geçerek   Avrupa’ya   ulaşan   Galatlar;   bitmek   bilmeyen   inat   ve  hırslarıyla bugünün Almanya’sını oluşturan topraklara geldiklerinde, aradıkları huzuru burada bulacakları inancıyla yerleşme kararı almışlar. Bazıları bu bölgeye yerleşirken bazıları burayı beğenmemişler. Beğenmeyenler; kalmak isteyenlere,

         ― Burası hiç güzel değil, nesini beğendiniz, demişler.

      Beğenenler,  hiçbir  şey  söylemeden boş boş bakmışlar onlara. Bunun üzerine, gitmek isteyenler kalanlara,

       ― Ne  “bon  bon (bön bön)”  bakıyorsunuz,  deyince  bu  bölgenin  adı  “Bon”  olarak kalmış. Bilindiği gibi “Bonn” kenti sonradan Almanya’nın başkenti olmuştur.

       Yola  devam  edenler;  sulak  ve  bataklık  bir  araziden  geçerken  iki  ailenin  arabası çamura saplanmış. Arabaları kurtarmak amacıyla epey uğraşmışlar. Sağa sola çevirirken birinin aklına arabaları geri geri çekme fikri gelmiş. Arkadaşlarına,

        ― Gotün  gotün  gel,  gotün  gotün  gel,  diye  seslenmiş  ve  böylece  arabaları çamurdan kurtarmışlar. Bunun üzerine bu iki aile burada kalmaya kararı vermiş. “Gotün gotün gel.” ifadesi, günümüze kadar olarak değişerek “Gottingen” adını almış ve kent böylece kurulmuştur.

        Yeni  arayışlar  içinde  bulunan  Galatlardan  bir  kısmı  yine  yola  devam  etmişler. Birkaç aile, geldikleri yeri beğenip burada kalmak istediklerini belirtmiş; ancak diğerleri o yeri çok rüzgârlı olduğu için kalınmaz nitelikte bulmuşlar.

        Kalanların  ilk  gecesinde  deli  mi deli  bir  rüzgâr  esmiş.  Aile  büyüklerinden  en yaşlısı,

         ― Es  sen  es,  biz  yine  kalacağız,  demiş.  Kaldıkları  bu  yere  “Es  Sen”  adını vermişler. Burası sonradan Almanya’nın büyük eyaleti olmuştur.

         En   savaşçı   ve   düzenbaz   olan   Galatlar,   çok  güzel   bir   arazi   içinde   han  olarak kullanılan bir yeri almak istemişler. Hanın sahibine burayı kendilerine satmasını söylemişler. Hancı bunu reddedince, silaha sarılmışlar,

          ― Bize   hanı   ver,   hanı   ver,   diyerek  hanı  zorla  alıp   buraya  yerleşmişler.   “Hanı  ver.” İfadesi biraz değişikliğe uğrayarak bugünkü “Hanover” kentinin ilk adı olmuştur.

      Bir   kısım   Galatlar,   kendilerinden  güçlü   bir   kavimle   karşılaşmış   ve  korkularından ilerlemekten vazgeçmişler.

        ― Daha  gitmeyelim.  Bunlar  bizi  öldürecek . Az  beri  gelin,  az  daha  beri  gelin, diyerek geri çekilmişler. Konakladıkları yere geldiklerinde,

        ― Yeter   artık   beri   gelin,   beri  gelin;  burası  iyi,  diyerek  orada  kalmışlar. “Beri gelin” ifadesi zamanla “Berlin” olarak dile yerleşmiş. Berlin bilindiği gibi şimdi Almanya’nın başkentidir.

       Galatların   bir   kolu   ise   ormanlık   bir   alanda  kurtlarla  karşılaşmışlar.  Kurt  sürüsünden çekinen biri,

         ― Aman bu kurtlar bizim oraların kurduna benzemez. Kalmayalım, gidelim, demiş.

         Çoğunluk ise,

        ― Burası çok güzel bir yer. Hem bunlar “Frenk kurdu”, bir şey yapamaz, diyerek kurtlarla mücadele edip onları yenmişler. Sonra diğerlerine dönerek,

        ― Frenk kurdu, Frenk kurdu, diyordunuz. İşte gördünüz, onları yendik, demişler. “Frenk kurdu” adı sonradan “Frankfurt” olarak anılmaya başlanmış.

        Eeee, tüm bunlar Almanların kökeninin Yozgatlı olduğunu ortaya koymuyor mu? Şimdi diyeceksiniz ki, anlatılanlar doğru da “Galat” adı nasıl “Alman” olmuş. Onu da anlatayım:

     Galatlar  yerleştikleri  kentlerde  güçlenmiş  ve  ekonomik  olarak  da  gelişmişler. Topraklarını da aynı oranda genişletmek istemiş ve çevrelerindeki uluslara savaş açmışlar. Düşmanları onlara,

        ― Bizim topraklarımızı alamazsınız, alamazsınız, dedikçe, Galatlar başarılı olmuş ve topraklarına toprak katmışlar. Yendikleri uluslara,

        ― Hani alaman, alaman diyordunuz. Gördünüz alamanı, deyince, diğer uluslar,

       ― Demek  ki  bunlar  “Alaman”mış,  demişler.   Böylece   Galat   adı  unutulmuş,  artık bizim  Galatlar  “Alaman”  olarak  anılmaya  başlanmış.  Sonradan Alamanlar, kırmızıya çalan deri renkleri nedeniyle kendilerine “kırmızı adam” anlamına gelen “Al-Man” adını uygun görmüşler.

       Haa bir noktayı daha belirteyim: Bildiğiniz gibi  Almancada  genizden çıkan seslerle söylenen çok sayıda sözcük var. Konuşmaları bu yüzden Yozgatlılara çok benziyor.

        Anlatılanlar da gösteriyor ki, Almanların ataları “Yozgatlı”dır.

        Şimdi inandınız mı?

 

YOZGATLICA BİR SÖYLEŞİ

                                                                               Muhsin KÖKTÜRK/06 Mart 2017

           Eee dostlar!  Nörüyonuz (1)? Ne şağalsınız (2)? Ben öyle tavatır (3)  soğukladım ki anlatamam. Hortuklunun (4), töhmürüklünün (5) biri oldum. Burnum bi gicişiyodu (6) ki gaşıya gaşıya yara ettim. Öyle culuzum düştü (7) ki nörecemi bilemedim. Eyice semeleştim (8). Etrafımdakiler, “Besmele değmiş şeytan gibi gaçtılar.” yanımdan. Nörek, ağlıyak da gozden m’olak? Başa gelen çekilir.

        Bugün  çektiğim  sıla  özleminden  midir  nedir,  biraz  Yozgatlıca  konuşasım  geldi. Durumumu birkaç cümleyle de olsa bu biçimde aktarmak istedim. Kuşkusuz yazının tümü böyle olmayacak. Yeni kuşağın bizi anlaması biraz zor. Çünkü onlar kültürel değerlerimizi bizim kadar bilmiyorlar. Hatta zaman zaman Yozgat ağzıyla ilgili alaysı bir yaklaşımda da bulunabiliyorlar. Bu konuda onları pek suçlayasım gelmiyor. Ben daha çok kendi kuşağımızı suçluyorum. Ne yaptık ki biz? Kültürümüzü gelecek kuşaklara aktarmak için özel bir çaba mı gösterdik? Kullandığımız yöresel sözcükleri atasözlerimizi, bilmecelerimizi, sayışmacalarımızı, mânilerimizi onlara aktardık mı? Duygu dolu türkülerimizi dinlettik mi?… Yol göstermeden, kendi kendilerine mi öğreneceklerdi yöresel kültürümüzü?…

       Yozgat,  dış  kültürlerin çok az etkisinde kalmış kentlerimizdendir.  Yıllar  önce burada yaşayan Ermeniler ve kente yerleşen göçmenler dışında, Yozgat halkının yabancı kültürlerle bir etkileşimi olmamıştır. Bu durum oldukça arınmış bir Anadolu kültürü yaratmıştır Yozgat’ta.

Yozgat ağzı kabadır. Kabadır kaba olmasına ama, bir o kadar da doğaldır, sıcaktır, içtendir. Yozgatlı, duygularını yöresel sözcüklerle anlatırken öyle yürekten konuşur ki beğeniyle dinlersiniz onu. İki Yozgatlının aşağıdaki söyleşisine bir bakın:

         ꟷ Ula  İrbağam,  şu  bizim  gaşık  düşmanını doyuramıyom.  Böyle boğarsak (9) çocuk m’olur? Babanın bekini yiyesice (10), yiye yiye davul gibi şişti. Hoydanaya (11) döndü. Gobeğenden ayağını gormüyo valla!

         ꟷ Bizim  göbel  (12)  de  tam  tersi  Üsüyün. Oğlan yemiye yemiye cereğe  döndü (13). İcik (14) yese kendine gelecek. Anası yesin diye, ne varsa önüne hörüklüyo (15). Oğlan kerçine gidiyo (16), yemem de yemem diyo.

      Yozgat  ağzının  bu  doğallık  ve  sıcaklığı;  yöresel  atasözlerine,  bilmecelere, sayışmacalara, mânilere, türkülere ve benzeri ögelere de yansıyor. Aşağıdaki atasözlerinde bunun en güzel örneklerini görüyorsunuz:

Dağ diye dangırdama (17), dağın kulağı vardır.

Dek duranın (18) devesi ölmez.

Erine göre bağla başını, horantana (19) göre pişir aşını.

Evinde yok ufralık (20), gönül ister kâhyalık.

Helik (21) taşla kale duvarı örülmez.

Kazın cücüğünü (22) kışın sayarlar.

Muhtar arı kovanına benzer, vurdukça dınılar (23)

       Atasözlerimizde olduğu gibi bilmece ve sayışmacalarımızda da yöresel sözcükler sık kullanılır:

Aşağı iner tıkır tıkır
Yukarı çıkar şipir şipir (24)
(Bilmece)
***
Elbisesi deriden
Kulakları demirden
Bir yanı saçkı (25) samanlık
Bir yanı tozluk dumanlık
(Bilmece)
***
Eştim eştim kum çıktı
Kumdan minare çıktı
Bıldırki (26) yetim oğlan
Yine meydana çıktı
(Bilmece)
Ebe ebe azana
Kızın verme hızana (27)
Hızır akça kazana
Girsin kaynar kazana
(Sayışmaca)
***
Ihtırmışlar (28) deveyi
Bindirmişler hacıyı
Hacı binmiş atına
Çıkmış göğün katına
(Sayışmaca)

Yozgat mânilerinde de yöresel sözcüklerin kullanımı yaygındır:
Elinde gümüş divit
Kabağın içi çiğit (29)
Sabahın hayırlı olsun
Bensiz yatıyon yiğit
***
Hotla (30), pabuç yırtılsın
Yırtılırsa yırtılsın
Gurbete kız verenin
Aklında baba çıksın (31)
***
Kaşmir üstünde sındı (32)
Bu iş peşime bindi
Kalk çarıklı yanımdan
Zıvgalım (33) gelir şimdi
***
Oğlan, oyunlu oğlan
Sürü koyunlu oğlan
Mahlede kız komadın
Culuk (34) boyunlu oğlan.

       “Dersini  Almış  da  Ediyor  Ezber  (Yozgat Sürmelisi)”  türküsündeki  yöresel  sözcüklerin güzelliğine bir bakınız:

Kaşın çeğmellenmiş (35) kirpik üstüne,
Havada bulutun ağdığı (36) gibi.
Çiğ düşmüş de gül sineler ıslanmış,
Yağmurun güllere yağdığı gibi.
***
Arpa, buğday çeç (37) olur,
Güzeller güleç olur,
Meyil verme güzele,
Ayrılması güç olur.
(“Arpa, Buğday Çeç Olur” türküsünden)
***
Ayağına giymiş iplik dizleme (38),
Yaktın ciğerimi, ettin közleme.
Ağlama da bağlasınlar başını,
Kaldır kollarını, giy kumaşını.
(Kına türkülerinden)

          Örnekler  sayılamayacak denli çok. Sayfalarca yazmakla bitmez kuşkusuz. Daha önce de belirttiğim gibi önemli olan, bu yöresel değerlerin unutulmamasını sağlamaktır. Bunun yolu da çocuklarımıza, torunlarımıza söz konusu değerlerimizi aktarmaktan geçer. Bunu söylerken, “Çocuklarımız, torunlarımız, her yer ve ortamda örneğin yöresel ağızla konuşsunlar; düşünce ve duygularını bu yolla anlatsınlar.” demiyorum. Böyle bir sav içinde değilim. Türkiye’de yazı ve konuşma dilinde İstanbul Türkçesi esastır. Buna karşı bir düşünce ileri sürmüyorum ben. Ama gelecek kuşak, yöresel değerlerini de bilmeli diye düşünüyorum. Çocuklarımız, torunlarımız yöresel değerlerinden habersiz yetişirse bir zaman gelir halk kültürü yok olur. Oysa bizi birleştirip bütünleştiren, bizi biz yapan bu kültürel değerlerimizdir. Bunu aklımızdan çıkarmayalım.

        Biz,   yöresel    kültür   açısından    şanslı   bir   çocukluk   dönemi   geçirdik.  Dedelerimizin, ninelerimizin anlattığı masallarla büyüdük. Söyledikleri mânileri, bilmeceleri, sayışmacaları beğeniyle dinledik. Yöremizin yanık türkülerini ilk kez onlardan duyduk. Bize öğüt verirken söyledikleri yöre atasözleriyle iyiyi, güzeli ve doğruyu öğrendik. Dolayısıyla bu kültürel değerlerimize karşı içimizde bir sıcaklık oluştu. Bunlarda kendimizi bulduk. Yeri geldi güldük, yeri geldi ağladık. Ama şimdi öyle mi ya?… Bırakın kültürel değerlerimizi öğrenmeyi, neredeyse onlarla alay eder duruma geldik. İşte benim isyanım buna.
     Anneler, babalar, dedeler, nineler; özellikle sizlere sesleniyorum. Çocuklarınıza, torunlarınıza yöresel kültürümüzü tanıtıp sevdiriniz. Onlara bunun bir kültürel miras olduğunu kavratıp yaşatılması gerektiğini anlatınız. Bunu sıradan bir görev olarak düşünmeyiniz. Yoksa özüne yabancı yeni bir kuşak oluşmasının suçunu üzerinizde taşırsınız.

       

        (1) norüyonuz: Ne yapıyorsunuz?

        (2) ne şağal (ne şaal): Nasıl, ne durumda.
        (3) tavatır: Güçlü, yaman (çok iyi, çok güzel, eşsiz).
        (4) hortuklu: Sümüklü.
        (5) töhmürüklü: Sümüklü, hastalıklı.
        (6) gicişmek: Kaşınmak.
        (7) culuzu düşmek : Güçsüz kalmak, morali bozulmak.
        (8) semeleşmek: Aptallaşmak, ahmaklaşmak, sersemlemek.
        (9) boğarsak: Çok yiyen, obur.
      (10) babanın bekini yemek: Zıkkım ye, zıkkımın kökünü ye anlamında bir azarlama sözü.   
      (11) hoydana: İri ve biçimsiz, kaba.
      (12) gobel (göbel): Çocuk, yaramaz çocuk.
      (13) cereğe dönmek: İnce ve uzun sırık gibi olmak, zayıflamak.
      (14) icik: Çok az, biraz.
      (15) hörüklemek: Tepeleme yığmak, doldurmak.
      (16) kerçine gitmek: İnatlaşmak.
      (17) dangırdamak: Gevezelik yamak, bağıra bağıra yüksek sesle konuşmak.
      (18) dek durmak: Uslu, terbiyeli, rahat durmak.
      (19) horanta: Aynı çatı altında yaşayan kişiler, ev halkı, aile.
      (20) ufralık: Hamur bezesi açılırken yapışmayı önlemek için kullanılan un.
      (21) helik: Küçük duvar taşı.
      (22) cücük: Kümes hayvanlarının yavrusu. (“Civciv, kuş yavrusu, bir şeyin en küçüğü”  gibi anlamları da vardır.)
      (23) dınılamak: Boşuna konuşup durmak.
      (24) şipir şipir: Çabuk çabuk. (“Damlaların art arda düşmesinden çıkan ses” anlamında da kullanılır.)
      (25) saçkı: Çoğunlukla tandırda yakılan iri saman, gübre karışımı.
      (26) bıldır: Geçen yıl.
      (27) hızan: Açgözlü, miskin, tembel, görgüsüz, sonradan görmüş, cimri, yoksul.
      (28) ıhtırmak: Çöktürüp oturtmak.
      (29) çiğit: Çekirdek.
      (30) hotlamak: Atlamak, sıçramak, hoplamak.
      (31) aklında baba çıkmak: aklın batsın, kötü olsun beter olsun anlamlarında bir ilenme (beddua).
      (32) sındı: Makas.
      (33) zıvgalı: Yavuklu, sevgili.
      (34) culuk: Hindi.
      (35) çeğmellenmek: Yay ya da çengel biçimini almak.
      (36) ağmak: Sarkmak, aşağı inmek, yükselmek, yukarı doğru çıkmak.
      (37) çeç: Tahıl yığını.
      (38) dizleme: Dize dek inen uzun çorap
.

 

YOZGAT ATASÖZLERİNDE İNSANA BAKIŞ

                                                                               Muhsin KÖKTÜRK/21 Eylül 2016

        Yozgat,  köklü  ve  zengin  bir halk kültürüne sahiptir. Ata kültürü oldukça yoğun ve etkin olan bu kent insanı; büyüklerinin öğütlerine, yol göstermelerine sonsuz saygı duyar. Bu öğütler çoğunlukla atasözleri olarak karşımıza çıkar. Birbirinden özgün ve ilginç deyişlerdir bunlar. İnsanı çeşitli yönleriyle tanıtır bizlere. Yılların deneyimini taşıyan bu güzel sözlerden bir bölüm sunuyorum kısa açıklamalar eşliğinde:

        “Acemi   ağa,   acemi   çoban   tutar.”   der   atalarımız.   Böylece   iş   bilmenin   insan yaşamındaki önemini vurgular.

      “Akılsız   baştan   sefil   taban   ne   çeker.”   diyerek  akıllı  olmanın insanı sorunlardan kurtardığı gerçeğini ortaya koyar.

        “Arkalı it kurdu boğar.” der ve kayırmacı anlayışı bir güzel eleştirir.

      “Ayağını    sıcak    tut,   başını   serin,   düşünme   derin  derin.”   diyerek  sağlıklı olmanın koşullarını serer gözler önüne.

       “Bağı   gör   üzüm  olsun,  yemeye  yüzün olsun.”  ,  “Sen  ağa,  ben  ağa; inekleri kim sağa?”, “Yazın boku, kışa katık olur.” , “Yazın gezeni kışın bunelek (1) tutar.” deyişleriyle çalışmanın önemini anlatır.

      “Çürük  iple  kuyuya  inilmez.”  sözüyle  önlem  almanın  yaşamsal  değerini anımsatır.

       “Döven   öküzün   ağzı   bağlanmaz.”   diyerek  çalışanın  emeğinin  karşılığını  alması gerektiğini belirtir.
        “Düşmanı   anan  doğurur,  sen  dost  kazanmaya bak.” öğüdüyle dostluğun ne denli önemli olduğunu anımsatır bizlere. “Kedi ile harala (2) girilmez.” diyerek de dostlarımızı iyi seçmemizi öğütl

        “El   adama  akıl  verir  de  ekmek  vermez.” ,  “Elden  gelen  elli  gün gitmez.” , “El ayranı ciğer soğutmaz.” sözleriyle kişinin ekmeğini kendi kazanması gerektiğini, başkalarının yardım ve desteğiyle mutluluğa ulaşılamayacağını dile getirir.

        “Etme  cahille  sohbet,  başına  gelir  türlü  zahmet.”  uyarısıyla  cehalete  karşı çıkar.

       “Ev  sahibinin  yüzü  gülerse misafirin karnı doyar.”  diyerek  konukseverlikte içtenlik ve güler yüzün olumlu etkilerini sergiler.

       “Her   gördüğün   zengini   baba,   her   gördüğün   sakallıyı  dede  sanma.”  sözüyle insanlar hakkında ince eleyip sık dokumadan karar verilmemesi uyarısında bulunur.

      “İstanbul’dan   gelen   eşek   kırk  gün  at  gibi gezer.”  sözüyle  insanların bulundukları konumu unutup nasıl böbürlendiklerine dikkat çeker.

         “İt ite buyurur, it de kuyruğuna.” eleştirisiyle tembel ve miskinleri yergiler.

       “Kalmış  kağnıyı  koca  öküz  çeker.”  sözüyle  deneyimin  insan yaşamındaki önemine dikkat çeker.

        “Lafını  bil  de  konuş,  ağzını  sil  de  konuş.”  , “Lafını  bilmeyen  yengeyi,  hem kız evinden kovarlar hem de oğlan evinden.” diyerek düşünüp taşınmadan konuşmamak; kırıcı, incitici sözlerden uzak durmak gerektiğini dile getirir.

      “Ne    istiyon   bacından,   bacın   ölüyo   acından.”   sitemiyle    insanın   çevresinde  olan bitenlerle ilgilenmesi gereğini vurgular.

       “Besledik,   büyüttük  danayı;  tanımaz  oldu anayı.” sözüyle çocukların ana babalara karşı vefasızlığını eleştirir.

         “Sağ   gözün   sol   göze   faydası   olmaz.”   diyerek   kişinin  kendi  ayakları   üstünde durmayı öğrenmesi, başkasından beklentiler içerisinde olmaması gerektiğini dillendirir.

           “Sıcak  ağıldan  kuzu  kaçmaz.”  deyişiyle  sevginin  bileştirici  gücünü anlatır.

         “Ulu   sözü   tutmayan   uluya   uluya   dağda   kalır.”   diyerek   deneyimli   kişilerin uyarılarını dikkate almak gerektiğini, yoksa büyük sorunlar yaşanacağını ortaya kor.

        Yozgat’ımızın  güzelim  atasözlerine  daha  pek  çok  örnek  verebiliriz. Şimdilik bunlarla yetinelim, derim.

 

          (1) bunelek: Sığırları rahatsız eden bir çeşit sinek, gübre sineği.
          (2) haral (harar): Çoğu kıldan dokunmuş büyük çuval.

 

DEVLETİN ÜVEY ÇOCUĞU YOZGAT

                                                                          Muhsin KÖKTÜRK/27 Eylül 2016

       1  Ekim  1927’de Yozgat’a atanan Ali Rıza Bey ilk valimizdi. Şimdiki valimiz Sayın Kemal Yurtnaç ise 10 Haziran 2016’da göreve başladı. Sayın Yurtnaç, ilimize atanan 40. vali oldu. Kuşkusuz kentimizde görev alan tüm valiler birtakım çalışmalar yaptılar. Bu yolla ilimizin kalkınmasına katkıda bulundular. Bu çalışmaların yeterli olup olmadığı tartışılabilir.

       Yeni  valimiz Sayın Kemal Yurtnaç’ı zor görevler bekliyor. Yozgat, başkentimize bu denli yakın olmasına karşın ne yazık ki gelişmişlikten yeterince yararlanamamıştır. Sayıca az milletvekili çıkarmasına karşın hükümette hemen her dönem bakan ya da bakanlar bulundurması da Yozgat için yeterli olmamıştır. Böyle bir ortamda işi oldukça güç olacaktır sayın valimizin.

      Yozgat’ın   yerel  gazetelerinde   kentin   sorunları  sık  sık dile getiriliyor.  Aynı  sorunlara benim de değinmem belki gereksiz bir yineleme olarak görülebilir. Ama ne yazık ki, “Ağlamayan çocuğa meme vermiyorlar.” Kentte yaşayan tüm gazetecilerin, aydınların, esnafın, işçinin, köylünün, sivil toplum örgütlerinin kentin sorunlarını haykırması gerekiyor.

Yozgat’ın sorunlarını sayın valimizin bildiği de açık. Ama ne yazık ki sorunları bilmek çözüm olmuyor. Çünkü Yozgat’ta görev yapan tüm valiler kentin sorunlarını biliyorlardı. O sorunlar hâlâ sürüyorsa yeterli bir çalışma yapılmamış demektir.

       Yıllardır  söyler  dururuz: Yozgat’ımızın en büyük sorunu göç veriyor olması. Kent adeta boşalıyor. İnsanlar vebadan kaçar gibi uzaklaşıyorlar kentten. Bunun nedeni çok açık. İstihdam yetersizliği, yani işsizlik. Göçü önlemenin en etkin yolu kentte istihdam yaratmaktır. Fabrikalar, iş yerleri açacaksınız ki insanlar dışarı kaçmasınlar. Bugün Ankara, İzmir, İstanbul gibi büyük kentlerde yaşayan Yozgatlı sayısı azımsanamayacak denli çoktur. Kim ister memleketini terk edip gurbete çıkmayı? Ama iş yoksa, aş yoksa ne yapacak kent insanı?…

       Yoksunluklar  ve  yoksulluklar  için çok uzağa gitmeye gerek yoktur. Yozgat, Doğu ve Güneydoğu Anadoludaki çoğu ilden geri durumdadır. Ama gelin görün ki hükümetin yeni teşvik paketinde adı geçmemektedir. Biliyorum, bu teşvik paketi Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerindeki kentler için. Ama gelişmeye muhtaç olan Yozgat’ın da bir teşvik paketine gereksinimi yok mu? Artık Yozgat’ın üvey evlat muamelesi görmesine son verilmelidir. Bu nedenle Yozgat’ın ivedilikle Doğu ve Güneydoğu Anadoludaki iller gibi özel bir teşvik kapsamına alınması sağlanmalı, çabalar bu alanda yoğunlaştırılmalıdır.

       Bir  vatandaş  olarak  milletvekili  sayısının üçe düşmesinden üzüntü duyuyorum. Ama Mecliste çok sayıda milletvekiliyle temsil edilmek o kadar da önemli değil. Önemli olan mevcut milletvekillerinin kentin sorunlarını çözmek için var güçleriyle çalışmalarıdır. Her seçim öncesi tatlı vaatler veriliyor, program ve projelerden söz ediliyor; ama arkası gelmiyor. Hani nerede istihdamı destekleyecek fabrikalar, tarım ve hayvancılıkla ilgili desteklemeler, hızlı tren ve hava alanı projesi, turizm yatırımları?

        Vatandaş geçim derdine düşmüş. Milletvekili sayısı umurunda mı?…

       Birkaç yıl önce Yozgat’ta bir kebapçıda testi kebabı yerken işletmeciyle aramızda ilginç bir konuşma geçmişti. Diyordu ki işletmeci: “Ağabey, Bozok Üniversitesi Yozgat’a hayat verdi. Öğrenciler sayesinde esnaf kendini buldu. Üniversitede öğrenci sayısının 50.000’i bulacağı söyleniyor. Bu gerçekleşirse yaşadık!” İsteği, işlerinin canlanmasıydı kebapçının.

    Ekonominin  canlanması  demek,  yaşamın  canlanması  demektir.  Bu  alandaki canlanma, Yozgattaki göçün barajı olacaktır. Göçü önlemenin başka yolu yoktur. Bu nedenle Yozgat’ın sanayi, tarım, hayvancılık, turizm vb. yönlerden geliştirilmesine ivedilikle katkı sağlayacak plan ve projeler hayata geçirilmelidir. Bunu yapacak olan da Yozgat’ın üst düzey yöneticileri, milletvekili ve bakanlarıdır.

     Sayın Osman Hakan kiracı Yozgat Gazetesindeki 24 Eylül 2016 tarihli “Yozgat’ta Göç Önlenemez.” başlıklı yazısının bir bölümünde, Yozgat için “devletin uslu çocuğu” ifadesini kullanıyor. Ne güzel bir ifade! Evet, Yozgat devletin uslu çocuğu. “Tepesine vur, ekmeğini elinden al.” türünden bir çocuk. Öyle uslu bir çocuk ki kendine gereken desteği vermeyenlere hiç küsmüyor. Yakınıyor, söyleniyor, homurdanıyor; ama “oy”unu da esirgemiyor onlardan. Yine Sayın Osman Hakan Kiracı’nın aynı yazısında belirttiği gibi, “Askerî birlik için başkente giden bir grup Yozgatlı, orada taleplerini dile getirecek bir muhatap dahi bulamamıştır.” Heyet; eli boş, boynu bükük bir durumda dönmüştür kente. Peki buna karşın Yozgatlının tepkisi ne olmuştur? Bir hiç, evet yalnızca bir hiç!..

      Doğu  ve  Güneydoğu  Anadolu’ya  uygulanacak  teşvik  paketine  bir  itirazımız  yok; ama Orta Anadolu’nun göbeğinde yer alan, ekonomik ve sosyal yönden geri durumda bulunan, terörü önleme uğrunda pek çok şehit veren, ezici bir çoğunlukla iktidarı destekleyen Yozgat; üvey evlat muamelesini hak etmiyor, gerçekten hak etmiyor.

       Gelin  Yozgatlılar,  birlik  olalım.  Toplumun   her  kesimi  olarak  kentimizin  kara yazgısını değiştirmek için milletvekillerimizi göreve çağıralım. Her açılışta, her toplantıda, her mitingde, kısacası her ortamda onlara iletelim Yozgat’la ilgili dileklerimizi. Sonra da bunların yerine getirilmesini, Yozgat’ımızın kara yazgısının değiştirilmesini bekleyelim. Baktık, olmuyor; demokratik gücümüzü kullanarak onlarla sandıkta hesaplaşalım. Yoksa hep böyle ağlar dururuz.

        Vali  Sayın  Kemal  Yurtnaç’a  ve  Belediye  Başkanı Sayın Kazım Arslan’a buradan sesleniyorum. Yozgat’ın sorunlarının çözümü için kollarınızı sıvayınız. Yoksa vebal altında kalırsınız. Yozgatlının deyişiyle, “İyi türkü kırk gün söylenir.” Sizin türkünüz bir gün söylenip unutulmasın.

 

YOZGAT’LA İLGİLİ BİR GÜNLÜK İZLENİMLERİM

                                                                          Muhsin KÖKTÜRK /23 Nisan 2018

        Uzun zamandır gitmemiştim Yozgat’a. Bir göresim geldi. Ayrıca gazetimizin sahibi Sayın Osman Hakan Kiracı’yı da ziyaret etmek istiyordum. Çünkü sanal ortamda tanışmamıza karşın yüz yüze görüşme olanağımız olmamıştı. Eşimle birlikte atladık özel aracımıza, düştük yola.

        Yozgat  sanki  Ankara’nın yakın bir mahallesi. Yaklaşık üç saatte geldik. Yollar da bomboştu zaten. Eşim. arabayla şöyle bir kent turu atmak istedi. Dediğini yaptım. İlk izlenimimiz oldukça şaşırtıcıydı. Yozgat’ın o daracık sokakları otomobillerle doluydu. Yozgat Belediyesi bu araç yoğunluğunun önüne geçmeyi düşünmüş olsa gerek ki yol boylarını ücretli park alanı olarak kullandırıyor. Ama buna karşın yine de her yer dolu. Belediye bazı alanlara özel otopark yerleri de yapmış. İyi güzel de otopark ücretleri ne öyle? Ankara’da bile böylesine uçuk park ücreti yok. 0-15 dakika ücretsiz, sonra yüksele yüksele 20 lirayı buluyor park ücretleri.

         Lise  Caddesi’ni  boydan  boya  geçip  bir  tur  attıktan  sonra,  otogara  giden yola indik. Yozgat, rahmetli Bülent Ecevit’in bir zamanlar proje olarak düşündüğü bir tür köy-kent olmuş. Bir yanda gecekondumsu yapılar, bir yanda yükselen apartmanlar, bir yanda dev alışveriş merkezleri, arada bir geçmişin tatlı esintisi olan ağaçlar… Bir an çocukluk günlerim geldi aklıma. O eski bahçeli, bağımsız evler, Bademlik, Abdulla’nın Bostan… Doğal olarak yerinde yeller esiyordu her birinin.

      Sayın  Osman  Hakan  Kiracı  evinde  ağırladı bizi. Kendileri de eşi de çok sıcak davrandılar bize karşı. Sayın Osman Hakan Kiracı’nın eşi ile eşim ve ben çocukluk arkadaşıydık zaten. Ancak elli yılı aşkın süredir görüşmemiştik. Özellikle eşim ile Osman Bey’in eşi, çocukluk günlerini doyasıya andılar.

        Ev  sahipleri  bizlere  bir  lokantada  Yozgat’ın  ünlü  tandır  kebabını yedirdiler. Bu arada Yozgat’ın o kendine özgü ayranını da tattık. Bu ara Sayın Osman Hakan Kiracı’nın eşi Emine Hanım’ın akşam yemeği için yaptığı nefis güveçten ve bulgur pilavından söz etmeden de geçemeyeceğim. Ellerine sağlık!

        Ailecek  uzun  uzun  söyleştik.  Sıla  özlemimizi  doyasıya giderdik. Sağ olsunlar Osman Bey, bizim Çamlık özlemimizi de düşünmüş. Akşam Çamlık Otel’de bize bir yer ayırtmış. Bir gece orada kalıp Çamlık özlemimizi de giderdik. Kuşkusuz orayla da ilgili gözlemlerimiz oldu. Özellikle Kum Döken Çeşmesi’nin o eski nostaljik görüntüsünü çok aradım. Belki ön yargılıyımdır, bilemiyorum; ama ben Yozgat’ı o eski durumuyla daha sevimli buluyordum. Çamlık  Oteli’nin  yakınındaki  gölet  çok  görkemli.  Oraya  doğayı  bozmadan bazı yapılarla donatmışlar. Yozgatlılar, özellikle de dışarıdan gelen konuklar için hoş mekânlar yapılmış. Çamlık Millî Parkı’na giriş ücretli. Ücretin ne kadar olduğunu bilmiyorum, ama pek ucuz olduğunu da sanmıyorum. Biz akşam mesai bitiminde geçtiğimizden kapıda kimse yoktu.

      Çamlık’la  ilgili  en  önemli  sevincimiz,  bu  güzelim  alanın  elden  geldiğince korunmakta olduğuydu. Artık eskiden olduğu gibi her yerde mangal yakma serbestisi yoktu. Belli alanlara sabit ateş yakma yerleri yapılmış, yemek ve oturmak için masalar konulmuş. Bu iş için Çamlık’ın etekleri ayrılmış.

       Otelde   kaldığımızın   ertesi   günü   kahvaltıda   parmak   çöreği    görünce  sevinmedim desem yalan olur. Hiç olmazsa onca yok olan kültürün yanında bu ayakta kalmış. Sevindim.

        Aklıma  gelmişken  bir  noktayı  daha  belirteyim.  Yozgat  Saat  Kulesi’nin taban kısmına bir kaide yapılmış. Biraz abartılı buldum bu kaideyi. Oldukça geniş tutulan bu kaide, saat kulesinin çevresini daracık duruma getirmiş. Yozgat’ın en büyük eksiği zaten şöyle geniş bir bulvarı olmayışı. Büyük Cami’nin çevresinde hâlâ caminin görüntüsünü bozan yapılar var. Hele bir bölümü virane durumda. Yozgat Belediyesinin bir an önce camiyi, çevresini saran bu çirkin görüntüden kurtarması gerek.

        Yozgat’ta değişmeyen güzellikler de yok değil. Bunların başında Yozgat insanının o sevecen yapısı, konukseverliği geliyor. İnsanın içini ısıtıyor bu sevecenlik.

         Sözü  fazla  uzatmayayım. Yozgat’la  ilgili  özlemlerimizi  biraz  da  olsa  giderdik.  Belki eski tadı alamadık Yozgat’tan ama, sıla işte, her durumuyla çekiyor insanı.

        Yozgat’ta  eşimi  ve  beni  ağırlayan,  bizi sıcak tutum ve davranışlarıyla bağırlarına basan, sıla özlemimizin giderilmesine katkıda bulunan Sayın Osman Hakan Kiracı’ya ve eşine çok ama çok teşekkür ediyoruz.

 

YOZGAT VE YOZGATLILAR İÇİN DİYORLAR Kİ

                                                                           Muhsin KÖKTÜRK/28 Nisan 2018

        Bir Yozgatlı olarak hakkımızda neler düşünüldüğünü merak ederek sosyal medyayı şöyle bir taradım. Çok ilginç sözlere rastladım Yozgat ve Yozgatlılar hakkında. Bunları sizinle aynen aktararak paylaşıyorum. Yozgat ve Yozgatlılarla ilgili düşüncelerin tümüne katıldığımı söyleyemem. Bu yargıların çoğu, başka kent insanları için de geçerlidir kuşkusuz. Bakın ne diyorlar Yozgat ve Yozgatlılar için:

        Yozgat, İç Anadolu’da valisi olan büyük bir köydür.

        Yozgat, yiğidin harman olduğu yerdir.

        Yozgat; konukseverliğin, alçak gönüllülüğün, saflığın ve aldatılmışlığın kalesidir.

       Yozgat;   yokluktan,   yoksulluktan   yakınmayan   ve   kadere  kayıtsızca  boyun  eğenlerin sıcak yuvasıdır.

        Yozgat;   “Deh   deyince  yürümeyen  at,   buyurunca  iş  tutmayan  evlat, bir  de  şirret oldu mu avrat; nöracaan ölümü, gir, ağla; çık, ağla.” diyenlerin memleketidir.

         Yozgat’ın havası sert, insanı merttir.

         Yozgat, “İstanbul’dan gelen eşeğin kırk gün at gibi gezdiği” yerdir.

         Aşk dediğin, Yozgat’ın yol çalışması gibi olacak, hiç bitmeyecek.

        Altı  yaşındaki  bir  Yozgat  çocuğunun  annesine  dediği  gibidir  belki  de  hayat: “Hem vuruyon hem ağlama diyon gı!”

        Devlet  babanın  en  az  sevdiği  evladı  da  devlet  babasını  en  çok seven evladı da Yozgat’tır.

        Yozgatlı olmak,

        “Nohutlunun başına,

        Otur hele taşına,

        Yozgat’ı seviyorsan,

        Katlanırsın kışına.” demektir.

        Yozgatlı, dışardan gelen adama uzaylı gibi bakıp onu dışlamaz.

        Yozgatlı  sövgüyü  sever,   ama   sövgüsünden   rahatsız   olan   yoktur.  Çünkü  bu sövgüler günlük yaşamının bir parçasıdır.

        Yozgatlı, gündemi takip etmez; gündem, Yozgatlıyı takip eder.

        Yozgatlı, namerde göz yummaz.

        Yozgatlı, vatanını ve milletini en çok sevendir.

       Yozgatlı   olmak,   yatırım   almayan   bir  ilin  daha   iyisi   yok  denilerek   aynı   partiye  oy verişini seyretmektir.

        Yozgatlı olmak, Yozgat Sürmelisi’ni her duyduğunuzda gözlerinizin dolmasıdır.

        Yozgatlı olmak; ekmeğe, ekmah; yemeğe, yimah; ayçiçeğine, şemşamer demektir.

        Yozgatlı olmak, dünyanın en asil duygusudur.

        Yozgatlı olmak;
        “Üreluün koye gettim gonşular,
        Esgi dat galmamış bizim Yozgat’ta.
        Ekin kotü, ağaç guru, yeşil yoh,
        Tavıh, cücük galmamış heç Yozgat’ta.” demektir.
        Dört dil bilsen neye yarar; Yozgatlı olup da bir, “Nörüyon?” diyemedikten sonra.

       Yozgatlıyız  olum  la  biz!  Tabii  ki  desti  kebabıyla  çalhamayı  görünce  rejimde olduğumuzu unuturuz.

        Yozgatlı olmak, “Vıy kele bacım nörüyon?” demeyi becerebilmektir.

        Yozgatlı olmak, sevinci de üzüntüyü de aynı ruh hâliyle yaşamaktır.

        Yozgatlı olmak; akrabaların yarısının memur, diğer yarısının da gurbetçi olmasıdır.

        Yozgatlı olmak, yılın on iki ayı oruç tutabilme yeteneğine sahip olmak demektir.

        Yozgatlı olmak, en çok göç veren il olmaktır.

       Ne  bir  övünç  ne  bir  üzüntü  sebebidir  Yozgatlı  olmak.  Herhangi  bir  insandan farkınız yoktur. Yozgatlı olmak, marifet olmadığı gibi eksiklik de değildir. Bir yazgıdır, bir durum. Bozok Yaylası’ndan esen sert rüzgârlara çaresizce teslim olmaktır Yozgatlı olmak. Her daim gurbete çıkmaktır. Yürünebilecek tek caddesinde dile getirilemeyen aşkları yaşamaktır. Hep kaçmaya odaklanmaktır. Hep kendini haksızlığa uğramış gibi hissetmektir. Hep unutulmuş gibi kalmaktır Yozgatlı olmak.

        Yorum sizin sevgili okurlar

 

YOZGAT’IN KARA YAZGISI

                                                                             Muhsin KÖKTÜRK/26 Şubat 2018

        İç  Anadolu’muzun  en  cefakâr,  fedakâr,  bir o kadar da vatansever kenti Yozgat, yine kara yazgısına teslim oluyor.

        Bilindiği  üzere  Yozgat,  en  çok  göç  veren  illerin  başlarında  yer  alıyor.  Peki,  niçin Yozgat böylesine çok göç veriyor? Çok açık: İstihdam yaratacak yatırımlara gerektiğince sahip olmadığı için. Yozgat’ta yeteri sayıda fabrika yok. Bir de üstüne üstlük var olan fabrikalardan en önemlisinin özelleştirilmesi gündemde şimdi. Özelleştirilecek 14 şeker fabrikasından biri de Yozgat’ta bulunuyor. Üstelik kâr eden fabrikalardan biri olarak.

       1998  yılında  hizmete  açılan  Yozgat  Şeker  Fabrikasının özelleştirilmesi kenti nasıl etkileyecek dersiniz? Belli değil mi?… Onlarca kişinin işsiz kalma olasılığı var. Pancar üreticisinin tedirginliği, taşıma işiyle uğraşanların iş kaybı korkusu, hayvan yetiştiricilerinin, esnafın kaygıları var. Bir zincirin halkası gibi herkesin olumsuz etkileneceği gerçeği ortada.

      Peki, niçin durup dururken şeker fabrikalarının özelleştirilmesi gündeme geldi? Amaç ne? Ülkemizin bundan çıkarı ne?… Bunu anlayabilmek zor. Hele kâr eden şeker fabrikalarının özelleştirilmesini anlamak hiç olanaklı değil. İnsan ister istemez dış odakların, emperyalist güçlerin, tekelci sermayenin baskılarını düşünüyor. Acaba nişasta bazlı şeker üretiminin önü mü açılacak? Halk sağlığı bu yolla tehlikenin içine mi atılacak? Zaten can çekişen hayvancılığın ortadan kalkmasına mı yol açılacak? Pancar üretiminin yok olmasına neden olunup şeker ithalinin yolu mu açılacak?

        Türkiye’de genç cumhuriyetin ilk kamu fabrikaları arasında şeker fabrikaları yer alır. Bu fabrikalara sahip çıkmak bir yerde cumhuriyete sahip çıkmak demek değil midir? 14 şeker fabrikasının kapatılması, yaklaşık 200 bin pancar üreticisi ile binlerce pancar işçisinin ve mevsimlik işçinin işsiz kalmasına neden olmayacak mıdır?…

        Yetkililer,  14  şeker   fabrikasının   kapatılması   gerekçesini   anlatmalılar.    Bu  konuda kamuoyunu inandırmalılar. Yoksa aldıkları karar havada kalır, büyük vebal altında kalırlar.

          Korkum şu:

       1. 14   şeker  fabrikasının  kapatılması,  ardından  diğerlerine  de  sıra  gelme olasılığının şeker pancarı üretimine büyük zarar vermesi.

          2. Özelleştirilen fabrikalar nedeniyle pek çok işçinin işsiz kalması,

          3. Pancar üretiminin azalması, hatta yok olması,

          4. Hayvancılığın zarar görmesi,

          5. Nişasta bazlı şeker üretimine yönelinip halk sağlığına zarar verilmesi,

          6. Esnafın durumdan olumsuz etkilenmesi,

          7. Kentsel ve bölgesel kalkınmanın yavaşlaması,

          8. Dışa bağımlılığın artması.

        Gerçi  hükûmet;  özelleştirme  sürecindeki  tartışmaları  en  aza  indirmek  için  ihale koşullarına bazı maddeler koyarak fabrikaların özelleştirildikten sonra bulundukları ilde üretime devam etmesine yönelik hükümlere yer vereceğini, işçilerin bu durumdan zarar görmeyeceğini, fabrikalara satış yapan çiftçilerin özelleştirmeden sonra da fabrikalara satış yapmaya devam edebileceğini belirtse de kamuoyunda kuşkular var.

        Bildiğim  kadarıyla  ülkemizdeki  33  şeker fabrikasının 25’i kamuya ait. Şimdilik 14’ünün özelleştirmesinin yolu açıldı. Bununla kalmayacağını düşünüyorum. Zamanla diğer kamu şeker fabrikaları da özelleştirilecek ne yazık ki.

        Haa, diyelim ki bazı şeker fabrikaları zarar ediyor. Çözüm onları kapatmak mı, yoksa zarara neden olan durumları ortadan kaldırmak mı? Biz işin kolayına kaçıyoruz. Özelleştirip başımızdan atalım, sorun bitsin, diyoruz. Peki, bu ara karşımıza çıkacak başka sorunları hesaba katıyor muyuz? Acaba karşılaşacağımız sorunlar, var olan sorunlardan daha büyük dertler açmayacak mı başımıza?..

         Özelleştirmenin   temelinde,  ülkemizdeki   şeker  fabrikalarının  AB’dekilerin  iki  katı maliyetine üretim yaptıkları iddiası yatıyor. Eğer doğruysa söz konusu fabrikaları kapatmak yerine AB ile rekabet edecek ortamı yaratmak gerekmez mi? Yorumu size bırakıyorum.

        Geliniz,   bir   vicdan   muhasebesi   yaparak   ülkemizin   şeker   fabrikalarını özelleştirmekten vazgeçiniz. Kamuoyunun tepkisini ciddiye alınız, ona kulaklarınızı tıkamayınız. O zaman toplum karşısında yücelir, daha saygın bir kişilik kazanırsınız. Benden söylemesi.

 

YOZGAT KÜLTÜR TAKVİMİ’NDEN AKTARIMLAR

                                                                       Muhsin KÖKTÜRK /15 Ocak 2019

       Geçenlerde   kitaplarıma   bir   göz   atarken   Sayın   Ertuğrul   Kapusuzoğlu   tarafından hazırlanan 1994 ve 1995 yıllarına ilişkin Yozgat Kültür Takvimi dikkatimi çekti. Dikkatimi çekti, diyorum; çünkü Bu takvim babam Rahmetli Ali Rıza Köktürk’ün arşivinden kalmıştı bana. Aradan uzun yıllar geçti, unutup gitmişim. Kuşkusuz unutulup gidecek bir çalışma değildi bu takvimler. Sayın Ertuğrul Kapusuzoğlu’nun ilkini 1994’te çıkardığı; 1995, 1996 yıllarında da devam ettirdiği büyük bir kültür hizmetiydi.

        365 günü kapsayan bu yapraklı duvar takviminde neler yoktu ki?… Takvimin ön yüzü gibi arka yüzü de doluydu. Ön yüzünün üst kısmında ay ve günü gösteren bir bölüm vardı. En altta Yozgat’a ve ülkemize ilişkin çeşitli fotoğraflar yer almaktaydı. Ayrıca bu sayfada çeşitli ayetlere, Hadis-i Şeriflere, ünlülerin özdeyişlerine, namaz saatlerine yer verilmişti. Arka yüzü de dopdoluydu. Burada da Yozgat tarihi ve kültürüne ilişkin çeşitli bilgiler bulunmaktaydı. Yozgat’ın yerel sözcükleri, atasözleri, mânileri, sayışmacaları, tekerlemeleri, bilmeceleri, türkü sözleri, gelenek ve görenekleri en dikkati çeken kültürel ögelerdi. Bunun yanı sıra Yozgat’la ilgili yazılmış birbirinden güzel şiirler, Yozgatlılardan derlenmiş yöresel fıkralar da takvime ayrı bir renk katıyordu. Kısacası, deyim yerindeyse “ayaklı kütüphane” gibiydi Yozgat Kültür Takvimi.

         Söz  konusu  takvimleri hazırlayan Sayın Ertuğrul Kapusuzoğlu’na buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.

        Ben;  takvimde  yer alan ve Yozgat insanının kişiliğini, zekâsını, gülmece (mizah) anlayışını yansıtan, hoşlandığım üç fıkrayı aktaracağım sizlere. Ruh sağlımız üzerinde çeşitli söylemlerde bulunulan böyle bir dönemde, azıcık da olsa gülmeye hakkımız olsa gerek.

           DELİ DELİ SÜRÜŞÜNDEN BELLİYDİ

        İsmi   mahfuz   (1)  hemşehrimiz  şofördür.    Eeee,   Yozgatlı   ya,  gözü  kara  aslanımın! Elmadağ’ı inerken vitesten atıyor arkadaş.

          Yolcular da yaman, arabanın hızlanmasından memnun.

          ꟷ Vay  canını  yediğim  şoför  bey,  yağ  gibi  kaydırıyor  arabayı!

        Yağ  gibi  giden  arabanın  biraz  sonra  freni patlar. Yolcuların canını yediği şoför, çareyi arabayı uygun bir şarampole sokmakta bulur. Yolcular tehlikeyi bir iki sıyrıkla atlatırlar. Bu sefer yolcuların tepkisi farklıdır:

          ꟷ Böyle olacağı deli deli sürüşünden belliydi pezevengin!

          PAZARIN TADI YOK

         Eğnelli   Köyü   Muhtarı   Üsük   Kâ,   sabah   erkenden   Peyik’e   pazara  gitmiş.  Kendi götürdüğü malı satarken eve de ufak tefek almış tabi. Fakat bu arada ne olmuş, nasıl olmuş bilinmez; bir kavga çıkmış. Hani muhtar ya bizim Üsük Kâ, hemen araya girmiş. Ayırmaya çalışmış kavga edenleri. Fakat o da ne? Sanki kavga edenler anlaşmışlar gibi, “Ulan sana ne elin kavgasından?” demişler ve hepsi bir olup bizim Üsük Kâ’ye bir sopa çekmişler ama, olursa da öyle olsun.

        Üsük  Kâ  bu,  gururuna yedirip de karakola da gidememiş ve eşeğine bindiği gibi kös kös Eynelli’nin yolunu tutmuş.

      Yolda  giderken  henüz  pazara  yeni   giden  kendi  köylüsü  hemşehrilerine  rastlamış. Köylüler muhtarlarına sormuşlar:

         ꟷ Uğurlar olsun Üsük Kâ! Pazar nasıl?

        Üsük  Kâ,  gözündeki   morlukları  göstermemek  için  şapkasını  gözünün  önüne yıkarken eşeği de nodullamış (2).

         ꟷYok adam, kulağasma (3), pazarın tadı yok.

         KUYRUKSUZ KUNNAYAN (4) EŞEK

          Adam gece yatakta dönüp duruyor. Karısı sorar:

          ꟷ Ne dönüp duruyorsun be adam? Niçin uyumazsın? Derdin ne?

       ꟷ Sorma   hanım!   Bizim   komşunun   eşeği   kuyruksuz   kunnamış,    ne  yapacağımı şaşırdım.

        ꟷ Üstüme  iyilik  sağlık!  Sana  ne  komşu eşeğinin kuyruksuz kunnadığı sıpadan be adam?…

          ꟷ Yahu ne anlayışsız hatunsun! Şimdi o sıpa büyümeyecek mi?

          ꟷ Büyüyecek. Ne var bunda?

          ꟷ Ne  var  olur  mu?  Büyüyecek,  eşek  olacak.  Eşek  olur  da  çamura  çökmez  olur mu?

          ꟷ Belle ki çöktü diyelim. Ne var bunda?

         ꟷ Bak  bak,  daha  ne  var?  Eee,  eşeği  çamura çökünce komşum önce kimden yardım isteyecek? Benden.

          ꟷ Eee!

         ꟷ Eeesi,  şimdi   ben,   o   eşeği   çamurdan   kurtarmak   için   ne   yapacağım?  Eşeğin kuyruğu da yok ki çeksem de çıkarsam. Kara kara bunu düşünürüm. Haksız mıyım?

          (1) mahfuz: Saklı, gizli, korunmuş.
          (2) nodullamak: Hayvana övendireyle dürtmek.
          (3) kulağasma: Kulak asma (yöresel deyiş).
          (4) kunnamak: Doğurmak.

YOZGAT’LA İLGİLİ SOSYAL MEDYA PAYLAŞIMLARINDAN BİR DEMET

                                                                      Muhsin KÖKTÜRK/ 6 Ağustos 2020

         Geçenlerde  Yozgat  insanı  acaba sosyal medyayı nasıl kullanıyor diye bir merak sardı benliğimi. Hemen başladım sosyal medyada dolaşmaya. Şaşırıp kaldım. Aman Tanrı’m, espri dolu, ince zekâya dayalı öyle çok paylaşım vardı ki!.. Yozgatça söyleşiler mi, fıkralar mı, duvar yazıları mı, ne ararsanız işte karşımdaydı.

        Yozgatlı  tertemiz  bir  yüreğe sahiptir. Çocuksu  bir  saflık  içindedir. Sevecendir. Saygılıdır. Hazırcevaptır. Hoş sohbettir. Düşünce ve duygularını o sıcak yöresel ağzıyla dışa yansıtır. Güler, güldürür. Uysal bir kişiliği vardır,  ancak yeri gelince de aslan kesilmeyi bilir. Kısacası adam gibi adamdır Yozgat insanı.

          Aşağıda   Yozgatlıların   söz   konusu   özelliklerini   yansıtan   birtakım   sosyal  medya paylaşımlarını sunuyorum sizlere.

İşte Yozgat’la ilgili birkaç fıkra:

Dolmuşta bir bayan,

― Şoför bey, uygun bir yerde inebilir miyim, demiş.

Şoför yanıt vermiş:

― Ne yalvarıyon abla? Alen de alenek.

***

Komutan bir gün askerlere bir soru sormuş:

― Bana “g” harfiyle başlayan üç hayvan adı söyleyin.

Askerlerden biri,

― Geyik, demiş.

Bir diğeri,

― Goril, demiş.

Üçüncüyü bir türlü bulamamışlar. Orada bulunan Yozgatlı bir asker çıkıp demiş ki:

          ― Bundan kolay ne var komutanım? Hemen üçünü birden sayayım: gurt, goyun, geçi.

***

Öğretmen sınıfta sınav yapıyormuş. Çocuğun birine sormuş:

― Oğlum, senin niye silgin yok?

Çocuk yanıt vermiş:

― Hocam, biz Yozgatlıyıh. Bizde yanlış olmaz.

***

Yozgatlıya sormuşlar:

― Siz niye soruya soruyla karşılık veriyorsunuz?

Yozgatlı yanıtlamış:

― Nöracaan?..

***

Yozgatlıya demişler ki:

― Soğuk havayla ilgili bir değerlendirme yapar mısınız?

Yozgatlı,

          ― Tabi,  demiş:  -10: Hava soğuk.  -20: İyi soğuk.  -30:  Anöö,  anayın  babayın  aşını içiyim; bu naadder soğuk la?..

***

       Yozgat’ta  bir  köylü  kadın,  çocuğunu  da yanına alarak çalışmak için tarlaya gitmiş. Çocuk bir süre sonra acıkmış, annesi de ona bir parça ekmeği süt dolu kaba bandırıp vermiş. O sırada bir yılan sütün kokusunu almış. Çocuk, yılana fark etmiş; ama korkmamış. Yılan kaptaki sütü içerken çocuk elindeki kaşıkla kafasına bir tane geçirmiş:

— Ekmaaanen ye, ekmaanen, demiş.

***

Şimdi de Yozgatlılardan ilginç deyişler:

― Dört dil bilsen neye yarar, Yozgatlı olup da bi, “Nörüyon?” diyemedikten sonra?..

***

 ― Aşk dediğin Yozgat’ın yol çalışması gibi olacak, hiç bitmeyecek.

***

         ― Yozgat, “Deh demeden yürüyen at, buyurmadan iş dutan evlat, bi de gozel oldu mu avrat; nörecaan duğunü, gir, oyna; çıh, oyna.” diyenlerin memleketidir.

***

Altı yaşındaki bir Yozgat çocuğu annesine diyor ki:

― Hem vuruyon, hem ağlama diyon gı!..

***

Yozgat’ta bir köydeki berber dükkânının tabelasında ne yazıyormuş biliyor musunuz?

― Diş çekilir, sünnet yapılır, nal çahılır.

***

Kaçak kazı yaparken yakalanan bir Yozgatlı demiş ki:

― Ferhat dağları delerken aşk, biz delinci suç oluyo heri.

***

― Vay efendim, Yozgat çoh soğuhmuş. Nörek, Çamlık’a zoba mı gurak?..

***

Yozgat’ta doktorlar aşağıdaki hastalıkların ne olduğu anlayamıyorlarmış:

― Pöçüğüm batıyo.

― Yaarnım ağrıyo.

― Sırtım gicişiyor.

― Bugünlerde culuzum düşük.

***

Yozgatlı karı-koca konuşuyorlar:

― Avrat, bu yıl da oğlanı everemedik. Nörecik bilmiyom ki?..

― Nörek herif? Sıracalılar gızlarını vermiyolar ki…

***

İstanbullucadan Yozgatlıcaya birkaç çeviri yapmışlar:

― Sanki beni hiç önemsemiyorsun.

― Ellaam beni heç masimiyon.

― Benimle inatlaşıyor musun?

― Benim kercime mi gidiyon?

― Canım kardeşim, ne yapıyorsun?

― Vıy kele bacım, nörüyon?

― Söylüyorsun, söylüyorsun, söylemedim diyorsun.

― Diyon, diyon, dimedim diyon.

― Geçen gün ne yapıyordun?

― Ötoğon nörüyodun?

― Mantı var, yer misin?

― Mantı var, yin mi?

***

Eee, oldu olacak bir de Yozgatlıca üniversite sınav sorusu sunayım:

        Anyaşnan gardaşı İrbaam, goca bir ilaane su doldurup oynuyolar. Birinci musluh ilaani 3 dakkada, ikinci musluh 5 dakkada dolduruyo. Anyaşnan İrbaam musluhları aç gapa yaparlarsa ilaan gaç dakkada dolar?

A) Ne biliyim, dolar zaar.

B) 10-15 dakkayı bulur ellaam.

C) İlaan daşar.

D) İlaan yarınaca zor dolar.

E) Anaları, “Suynan oynamayın.” diye ikisini de düver.

Bozok Yaylası’nın güzel insanlarına gönüller dolusu selam olsun!.

 

                                YOZGAT AĞZI ÜZERİNE

                                                                          Muhsin KÖKTÜRK/1 Ekim 2020

        Geçenlerde Yozgat’la ilgili bir Facebook grubunda üyelere, “Yozgatlılar, ‘enstitü’ ve ‘greyder’ kelimelerini nasıl söylerler?” diye bir soru yöneltilmiş. Bu soruya pek çok yanıt verilip yorum yapılmış. Yorum yapan hemşehrilerimizin bazıları, bu tür paylaşımlardan hoşnut olmadıklarını belirtmişler. Gerekçe olarak da bunların Yozgat’ı, Yozgatlıyı yanlış tanıttığını, kaba gösterdiğini, alay konusu ettiğini ileri sürmüş; böyle yapmak yerine Yozgat’a ilişkin fotoğraflarının paylaşılmasını istemişler. Sayfada yorum yapanların çoğu, söz konusu paylaşımı olumsuz eleştirenlere karşı çıkmışlar. Bu açıdan çok sevindim. Neden mi?Açıklayayım: Her toplumun bir ulusal bir de yöresel kültürü vardır. Bir ulusun görevi, hem ulusal hem de yöresel kültürünü koruyup geliştirmektir. Ulusal birlik ve bütünlük açısından vazgeçilmez bir tutumdur bu.

        Konumuz  Yozgat  kültürü  ile  ilgili  olduğu  için  ben  olaya  yöresel  boyuttan yaklaşacağım.  Ülkemizde her bölgenin, kentin kendine özgü bir kültürü vardır. Bu oranın yöresel kültürüdür. Yozgat da doğal olarak bir yöresel kültüre sahiptir. Üstelik çok da varsıl ve özgün bir yöresel kültürdür sahip olduğu. Düşman ayağı değmeyen kentimizin kendine özgü saflığıyla bezenmiş bu yöresel kültür; yöredeki sözcüklere, atasözü, deyim, türkü, mâni, bilmece, tekerleme gibi yazınsal ürünlere yansımıştır. Bize düşen görev, bu kültürel ögeleri yaşatarak gelecek kuşaklara aktarıp ölümsüzleştirmektir. Böyle bir anlayışta olmamız gerekirken bunlardan rahatsızlık duyulmasına bir anlam veremiyorum ben.

        Dikkat  edecek olursanız ülkemizde yedi bölgenin farklı ağız özelliği vardır. Bu özellikler; sık sık radyo ve televizyonlarda,  filmlerde, tiyatrolarda, kitap ve dergi gibi yayın organlarında kullanılmakta; dolayısıyla anlatıma bir çeşni katmaktadır. Ben, örneğin hiçbir Karadenizlinin yöresel ağız özelliklerinin kullanılmasından rahatsızlık duyduğunu sanmıyorum. Tam tersine bundan mutluluk duyduğu düşüncesindeyim.

        Ülkemizde  konuşma  ve  yazı  dilinde  “İstanbul Ağzı”  esas alınmıştır. Çünkü Türkçenin en doğru kullanıldığı ağız budur. Ulusal kültürümüz gereği, konuşma ve yazı dilinde bu ağzı kullanmamız gerekir. Ancak bir de halkın yıllara dayanan bir yerel kültürü ve buna koşut yerel ağzı vardır. Yozgat ağzı da bunlardan biridir ve ülkemizin en etkili, en içten, en sevimli söyleyiş özelliklerini taşımaktadır. Örneğin İstanbul ağzıyla, “Ne yapıyorsun?” cümlesi Yozgat ağzında, “Norüyon?” ; “Şişmanlamışsın, sanırım çok yiyorsun.” cümlesi de, “Şişmanlamışın, ellaham çok yiyon.” biçiminde kullanılmaktadır. Peki, ne var bunda? Sakıncası ne bunun? Efendim, kabaymış, görgüsüzceymiş, falan filan. Bana hiç de öyle gelmiyor. Ben bu tür deyişleri çok içten ve sıcak buluyorum.  Siz; Yozgat ağzıyla uğraşacağınıza, dilimizi sosyal medyada yozlaştıran yeni yetmelere karşı çıkın. “Merhaba!” yerine, “Mrb!” ; “Tamam!” yerine, “Ok!” ; “Allah’a ısmarladık!” yerine, “Bye!” diyenleri eleştirin.

       Atasının, köylüsünün dilinden utanmak da  ne demek?.. Utanacağınıza bunları sahiplenin, bu kültürel ögeleri çocuklarınızın tanımasını sağlayın. Yoksa öz kültürünüzün yerini, ne olduğu bilinmeyen yoz bir kültür alır. Yazımı Yozgatlı hemşehrimiz Şair İlkay Coşkun’un 159 beşlikten oluşan “Yozgatça” adlı şiirinden birkaç alıntıyla noktalıyorum:

kuru fasulyeye, ağ pakhla

yeşil fasulyeye, goğ pakhla

kızarken birine, sıracalı

bahaneye, mahana diyorlar bizde

sümüklüye, hortuklu

yazmaya, yaşmak

çamaşıra, asbap

çok iyiye, tavatır diyorlar bizde

 …

rüzgârsız yere, dulda

uslu dura, dölek

dur sırta, yağannı

galibaya, zaar ki diyorlar bizde

 …

danaya, bıza

yatağa, döşek

patlıcana, baldırcan

avuçlamaya, gavralamak diyorlar bizde

 …

musluğa, gurna

yeniye, gıcır

göğse, bağra; döş

yaramaz çocuğa, göbel diyorlar bizde

 …

çocuğa, uşak

yumruğa, sumsuk

yuvarlağa, tombak

asfalta, susa diyorlar bizde

 

BİZ YOZGATLILAR

                                                                               Muhsin KÖKTÜRK/16 Eylül 2021

          Biz  Yozgatlılar  hakkında  çok  şey  söylenip  yazılmaktadır.  Bunların  çoğu da ne yazık ki olumsuz yargılardır. Çünkü Yozgatlıları tanımak için onlarla iç içe yaşamak, birtakım anılara ortak olmak gerekir. Benzetmede hata olmaz, derler. Ben Yozgatlıyı bir karpuza benzetirim. Dıştan bakarak içini göremezsiniz onun. Yozgatlının gönlüne giden pencereyi açtığınızda gerçeği görürsünüz ancak.

         Ben  bir  Yozgatlı  olarak  kendimizi  tanıtmaya  çalışacağım.  Gücüm  yettiğince  tarafsız olmaya çaba harcayacağım. Bu aynı zamanda bir öz eleştiri de olacak. Dolayısıyla hem olumlu hem de olumsuz yönlerimizi ortaya koymaya özen göstereceğim.

         Biz  Yozgatlılar  saf  insanlarızdır.   Saf   derken   içinde  kötülük  beslemeyen,  temiz duygular besleyen demek istiyorum.

          Biz   Yozgatlılar,  yabancı  kültürlerden   en   alt   düzeyde   etkilenmişizdir.   Bu  nedenle kültürümüz daha öz ve ulusaldır.

        Biz Yozgatlılar sıcakkanlı insanlarızdır. Konuklarımız baş tacımızdır her zaman. Onları ağırlamayı çok severiz. Elimizde ne varsa ortaya koyarız hemen. Paylaşımcılık bizi mutlu kılar.

         Biz  Yozgatlılar,   hesap  kitap  yaparak  konuşmayız.  Bir  başka  deyişle  içimiz  dışımız birdir. İçimizdekini pat diye dökeriz ortaya. Bu nedenle zaman zaman pot kırdığımız olur.

       Biz  Yozgatlılar,  öyle ince dilli olmak için  özel  bir çaba göstermeyiz. Kabadır kullandığımız ağız, konuşmalarımız; ama özü sımsıcaktır. Birine, “Nörüyon?” derken; “Canın sıkılıyo ellaham.” diye biriyle ilgilenirken çok içtenizdir. Kendimize özgü, başkalarınca bilinmeyen pek çok ilginç sözcük kullanırız. İstanbullunun hindi dediğine biz “culuk”, Muğlalının ördek dediğine biz “şibi”, Karslının kaz dediğine biz “bodu” deriz. Ama ne dersek hep candan söyleriz.

        Biz Yozgatlılar, et ve hamur yemeklerini çok severiz. Testi kebabımız, arabaşımız, parmak çöreğimizle övünürüz.

        Biz   Yozgatlılar   ana   babalarımıza   karşı  çok   saygılıyızdır.  Onların  yanında davranışlarımıza çok dikkat eder, yanlış yapmamaya elimizden geldiğince özen gösteririz.

        Biz   Yozgatlılar,   ataerkil  bir  aile  yapısının ağır basmasına karşın kadınlarımıza saygıyı ilke edinmişizdir. Anne evde her zaman söz sahibidir.

        Biz  Yozgatlılar  arkadaşlığa çok önem veririz. Arkadaş bizim için her şeydir, yaşam boyu süren bir bağdır.

        Biz  Yozgatlılar devlete çok bağlıyızdır. Çünkü vatan en büyük önceliğimizdir. Vatan uğruna can vermekten kaçınmayız.

       Biz   Yozgatlılar    kendi    yoksul,    ama   gönlü   zengin   kişilerizdir.   Seversek  tam  severiz.

      Biz  Yozgatlılar,   burnu   Kaf   Dağı’nda   olanlardan   hoşlanmayız.   Böylelerini, “İstanbul’dan gelen eşek kırk gün at gibi gezer.” diyerek eleştiririz.

       Biz  Yozgatlılar  gözü  tok  kişileriz.  Azla  yetinmeyi  biliriz.  “Azıcık aşım, kaygısız başım” anlayışını benimseriz.

       Biz  Yozgatlılar  sabırlıyızdır.  Geç  sinirleniriz;  ama  bir  sinirlendi mi,  “Yumuşak huylu atın çiftesi pektir.” örneği çok tepkili oluruz.

        Biz  Yozgatlılar;  namus,  şeref  gibi kavramlara çok değer veririz. Onurlu yaşamak bizim için vazgeçilmezdir.

        Biz  Yozgatlıların  olumsuz  olarak eleştirilecek en büyük yanı, kendi değerlerimize sahip çıkmayışımızdır. Kendi içimizden çıkan değerleri izlemez; onları tanımaya çalışmaz, yükselmelerinden de pek hoşlanmayız. Garip bir özelliktir bu. Açıklanması zordur. Neden böyle yaparız, bizi böyle davranmaya iten nedir? Bilinmez.

       Biz   Yozgatlılar  fazlaca  şükürcüyüzdür.  Hep  kendimizden  iyi  olanları  değil,  kötüleri ölçü alarak bulunduğumuz durumdan hoşnut olmaya çalışırız. Dolayısıyla kendimize daha iyi olanaklar hazırlamak için pek çaba göstermeyiz.

         Biz  Yozgatlılar  etliye  sütlüye   karışmayı   pek   sevmeyiz.   Çünkü   daha   küçük yaşlardayken böyle eğitmişlerdir bizi. Onun içindir ki, “Eneğine enek, nene gerek.”, “Elin üç koyunundan, beş keçisinden bana ne?”, “Dilini tut, yahniyi yut.”, “Ne kızı ver ne dünürü küstür.” , “Söyleme, duyma.” atasözleri bizim ürünümüzdür.

       Biz   Yozgatlılar,  içinde  yaşadığımız  koşullara  uyum  sağlamakta  zorlanırız.  Yeniliklere kolay ayak uyduramayız.

       Biz  Yozgatlılar;  Türkiye’nin  genelinde  olduğu  gibi  az  okuduğumuz,  yorum yapmadığımız, araştırma ve inceleme alışkanlığına sahip olmadığımız için ön yargılarımızın tutsağıyızdır. Kendi düşüncelerimizin her zaman doğru olduğunu ileri süreriz. Bu nedenle tartışmaya kapımız kapalıdır. Bizim gibi düşünmeyenlere hoşgörü göstermez ve pek iyi gözle bakmayız.

         Biz  Yozgatlılar;  kendi  düşüncelerimize   yakın   bulduğumuz   siyasetçilere   toz kondurmayız. Onları var gücümüzle savunuruz. Herhangi bir yanlışlık yapacaklarına asla inanmayız. Bu nedenle siyasilerce kolay yönlendiriliriz.  Eğrisiyle doğrusuyla biz Yozgatlılar böyleyiz işte. Sonuç olarak kendimizle gurur duyar, Yozgatlı olmakla övünürüz.