Öykülü Türküler

        Ülkemizin   hemen   her   yöresinde  olduğu gibi  Yozgat  türkülerinden  bazılarının  da ilginç öyküleri vardır. Bu türküleri ve öykülerini bu sayfada bulabilirsiniz. Öykülü türkülerden videosu olanlar da burada sunulmuştur.

        Yozgat   türküleri   içerisinde    “Yozgat Sürmelisi”    olarak  da  bilinen    “Dersini  Almış   da Ediyor Ezber” kuşkusuz en tanınmış olanıdır. O nedenle ilk olarak bu türküyü, öyküsünü ve videosunu sunmak mantıklı olacaktır.

                 DERSİNİ ALMIŞ DA

                   EDİYOR EZBER

Dersini almış da ediyor ezber,
Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler,
(Aman aman ben yarelendim aman!)

Bu dert beni iflah etmez del’eyler,
Benim dert çekmeye dermanım mı var?
(Aman aman sürmelim aman!)

 

Kaşın çeğmellenmiş kirpik üstüne,
Havada bulutun ağdığı gibi,

(Aman aman ben yarelendim aman!)

Çiy düşmüş de gül sineler ıslanmış,

Yağmurun güllere yağdığı gibi.

(Aman aman sürmelim aman!)

 

Yozgat’ı sel almış, Soğluk’u duman,
Sıtkınan severim billahi inan,

(Aman aman ben yarelendim aman!)

Ölünce mezara girdiğim zaman,
Ben susayım, kemiklerim söylesin.

(Aman aman sürmelim aman!)

Öyküsü:

        Bozok  Yaylası’nda  Sürmeli  Bey  adında  bir  Türkmen  yörüğü  sürü  otlatırdı.  Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı, sırtında sazı, Yozgat’tan Akdağmadeni’ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı. Bazen bir çamın dibine yaslanıp sazının tellerini konuşturur, bazen bir derenin kenarında kavalını çalar, âşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü .O sevgili ki güzelliği Bozok Yaylası’na yayılmış; ahu gözlü, sürmeli kaşlı, ay yüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı.

       Sürmeli  Bey,  ailesini  salarak  babasından  sevdiğini  istetir.   Ancak  mağrur  adam, kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler, ağalar girer; ama boşuna. Bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler.

       Üzüntüsünden  sürüsünü  bırakan Sürmeli  Bey,  alır  sazını  eline  Beşçamlar mevkiinde kendine bir dergâh kurar. Aşkını, yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına, obasına. Akdağlar’a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediği, işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey’in türküleri.

 

        Türkünün öyküsünün sesli anlatımı:

            AĞ GELİN DE İNDİ M’OLA

                        YAYLADAN (*)

Ağ gelin de indi m’ola yayladan?

Kaşın değil, gözün beni ağladan,

Bu güzellik sana kadir Mevla’dan,

Alırım ahdımı, koymam kız sende.

 

Ağ Gelin oturmuş, daşın üstüne,

Daramış zülfünü kaşın üstüne,

Bir selamın gelmiş, başım üstüne,

Alırım (ölürüm) ahdımı, koymam kız sende.

 

Yüce dağ başında yayılır yılan,
Göç etmiş aylesi, evleri viran,
Var mı bu dünyada dengini bulan?
Alırım ahdımı, koymam kız sende.

         1. Ağ   Gelin’in    bağlı   olduğu   Türkmen   obası    Erciyes’e    yaylaya    çıkar.     Ağ  Gelin’in  eşi gurbete çalışmaya gitmiş. Obada bir eşkıya korkusu var. Bir gece Ağ Gelin eşkıya korkusundan, iki yavrusunun elinden tutup Erciyes’in yücesine doğru kaçar. Eşkıya peşindedir. Bir yere gelir. Önü uçurum, ardında eşkıya. Çaresizdir.”Allah’ım! Beni ya taş et, ya kuş…” der. Taş olur. Gurbetten gelen eşi olanları öğrenir. “Ağ Gelin de indi m’ola yayladan” diye başlar ağıda.

          Türkünün birkaç öyküsü var. Sırasıyla sunalım:

         2. Ağ  Gelin,  Yozgat    yöresinde   güzelliği   dillere   destan   bir   genç   kızdır.    Başka köyden bir delikanlıyla nişanlanır. Kendi köyünden Ağ Gelin’e göz koyan biri vardır. Bu kişi ve adamları, düğün günü gelin alayını Nohutlu Tepesinin ardında Cehrilik’te sıkıştırırlar. Ağ Gelin’le damat el açıp Allah’a yakarırlar:

          “Ya  Rab!  Bizi  ya  taş  ya  kuş  et!” 

        Gelin  taş  olur,   damat da  bir  ak  güvercin.   Düğün  alayındakiler   de   taş   kesilirler. Bu olaydan sonra yörenin adı Gelin Kayası (Gelin Taşı) olur. Her yıl mayıs ayında ak güvercinler gelir Gelin Kayası’na. Yozgatlı avcılar bu güvercinleri kutsal bilip avlamazlar

          3. Ağ Gelin Sarıkaya’nın Hisarbey köyünden olup aynı köyden İdris adlı bir gençle evlenir. Ağ Gelin güzel bir kadındır. Ancak çocuğu olmamaktadır. İdris ile mutlu olamaz ve 1920’li yıllarda ondan ayrılır. Kardeşleri, Ağ Gelin’i Çayıralan’ın Aldemir köyünden Muhsin Ağa’ya verirler. Ağ Gelin’in Muhsin Ağa’dan da çocuğu olmaz.

          Birkaç yıl sonra Muhsin Ağa ölür. Ağ Gelin yine dul kalır. Kısa bir süre Aldemir’de bekler. Sonra Yerköy’e gelin gider. Gelin gittikten sonra durumuna çok üzülen komşusu Kel Keziban, “Ağ Gelin de İndi m’ola Yayladan” türküsünü yakar.

 

         (*) Yaptığım  araştırmalarda  “Ağ Gelin de İndi m’ola Yayladan”  türküsünün çok farklı biçimlerde söylendiğine tanık oldum. TRT arşivlerinde de türküyle ilgili bir bilgi bulamadım. 11’li hece ölçüsüne sahip bu türkünün sözlerinde hece sayısı uyumsuzluklarına da rastladım. Bu da gösteriyor ki türkü dilden dile dolaşır ve söylenirken birtakım eklemeler yapılmış.Kimi bilinçsizce yapılan bu eklemeler türkünün dokusunu bozmuş. İnternetteki ilgili sitelerde, türkünün İbrahim Efendi kaynak gösterilerek verilen biçimi yaygın. Onda da kimi yerde 4. dize sonları “… kız sende”, kimi zaman da …”Ağ Gelin” diye bitiyor. Sözün kısası, türkünün özgün biçiminin hangisi olduğu belli değil. Ben yukarıda türkünün Celal Günel tarafından İbrahim Efendi kaynak gösterilerek derlenen biçimini verdim.

 

         Kaynak: Yozgat Türküleri 1, Habib Coşkunsoy, Erdem İlkaz, Savaş Akbıyık, Kültür Ajans, Ankara, 2012.

 

           AYNALI KÖRÜK

Oğlanın adı Ömer,
Belimi sıktı kemer,
Benim ince belime,
Yakışır gümüş kemer.

 

Aynalı körük olmazsa,
Ben gelin gitmem.
Ud-kemani çalmazsa,
Aynalı körüğe de binmem.

 

Gel dağları aşalım,
Hilalde buluşalım,
Girelim biz kol kola,
Çamlık’ta dolaşalım.

 

Aynalı körük olmazsa,
Ben gelin gitmem.
Ud-kemani çalmazsa,
Aynalı körüğe de binmem.

        

          Öyküsü:

         Sultan ile Ömer’in nişanı yapılır.  Fakat herkese hava atmayı seven Sultan, düğün için öyle şartlar koşar ki Ömer bunların altından kalkabilmek için türlü planlar yapmak zorunda kalır. Sultan, arkadaşı Felihan’a nispet yapmak için nişanlısı Ömer’den olmayacak şeyler istemeye başlar. Ömer yoksul olduğundan Sultan’ın isteklerini yerine getiremez ve durumu dedesine açar. Ömer ve dedesi, Sultan’a istekleri konusunda yalan söylemeye karar verirler. Sultana isteklerini yerine getireceklerini söylerler ve düğün günü gelir çatar. Fakat düğün günü Sultan, isteklerinin yerine gelmediğini görünce kıyameti koparır ve düğün alayı dağılır.

 

                     BURÇAK TARLASI

Sabahınan kalktım, sütü pişirdim,

Sütün kaymağını yâr yâr yere taşırdım,

Kaynanamdan korktum, aklım şaşırdım.

 

Aman da kızlar ne zor imiş burçak yolması,

Burçak tarlasında yâr yâr gelin olması.

Eğdirme fesini yavrum, kalkar giderim,

Evini başına yandım yıkar da giderim.

 

Sabahınan kalktım ezan da sesi var,

Ezan sesi değil de yâr yâr, burçak yası var,

Sorun şu deyyusa yâr yâr , kaç tarlası var?

 

Aman da kızlar ne zor imiş burçak yolması,

Burçak tarlasında yâr yâr gelin olması.

Eğdirme fesini yavrum, kalkar giderim,

Evini başına yandım yıkar da giderim.

 

Elimi salladım, değdi dikene,

İlahi kaynana ömrün tükene,

İntizar ederim burçak ekene.

 

Aman da kızlar ne zor imiş burçak yolması,

Burçak tarlasında yâr yâr gelin olması.

Eğdirme fesini yavrum, kalkar giderim,

Evini başına yandım yıkar da giderim.

 

Elimin kınasın ezdirmediler,

Gözümün sürmesin süzdürmediler,

Burçak tarlasında gezdirmediler.

 

 Aman da kızlar ne zor imiş burçak yolması,

 Burçak tarlasında yâr yâr gelin olması.

 Eğdirme fesini yavrum, kalkar giderim,

 Evini başına yandım yıkar da giderim.

 

           Öyküsü:

          Yozgat’ın  köylerinden  birinden  bir  genç  askere  çağrılır  ve  İstanbul’a   sevk   edilir. Yozgatlı genç, yakışıklı bir Anadolu çocuğudur. İstanbul’da hafta iznini geçirdiği sıralarda genç bir kızla karşılaşır . Niksarlı olan bu kızın kendisine ilgi duyduğunu fark eder ve onunla tanışır.

          Gel  zaman,  git  zaman  genç,  kızın  hem kendisini sevdiğini hem de ailesinin zengin olduğunu anlar. Konuşmalar ilerledikçe kendisinin de zengin olduğunu, çiftliklerinin, sürülerinin, arazilerinin olduğunu alçak gönüllü bir biçimde dile getirir. Kız da zengin bir kocaya varmak istediği ve kent yaşamında yetiştiğinden “çiftlik yaşamı ona bir peri masalı” gibi gelir ve  bu yalanlara çabucak kanar.

          Bir  zaman  sonra  iki  gönül  birleşir.  Kız  babasını,  oğlan  da  kentli  gelin  istemeyen anasını razı eder. Sonunda İstanbul’da düğün yapılır. Düğünden sonra kız, delikanlıyla Yozgat’a doğru yola çıkar. Delikanlı yol boyunca kıza, “Şu kadar tarlam var. Elini sıcak sudan soğuk suya sokmayacaksın.” gibisinden yalanlarını sürdürür. Kız zengin ümitler ve yaldızlı hayaller içindedir. Uzun bir yolculuktan sonra Yozgat’a, oradan da köye varırlar. Ancak zengin kız; duvarı tezekli, iki gözlü, toprak bir evin karanlık odasına gelince gerçeğin sert ve acımasız yüzüyle karşılaşır. Ama gönül vermiştir delikanlıya ve onu sevmiştir. Evliliğine karşı çıkan babasına karşı çıkmış ve oğlanla evlenmiştir. Geri dönmek olmaz.

          Nihayet  ertesi  gün  olur.   Genç  kız  uyurken  kaynanası  gelir  ve  onu  uyandırır.  Kız şaşkındır. Daha hava aydınlanmamışken kaynanasının kendisini uyandırıp, “Hadi tarlaya!..” demesi ona garip gelmiştir. Şaşkınlığını attıktan sonra diğer bir acı gerçeği anlar. Köylerde evin tüm bireyleri çalışmaktadır. Kadınlar tarlada ot biçmeye, erkekler çift sürmeye, çocuklar da davar gütmeye gitmektedirler. Çaresiz kaderine boyun eğer ve burçak tarlasına gitmeye başlar. Artık önünde yeni bir yaşam vardır genç gelinin… Bu yaşamı sözlere döker. Sonra bu sözler türkü olup dilden dile dolaşır, halk oyunlarına konu olur.

 

           

              CELALOĞLAN

               (AŞAĞIDAN

              GUŞ GELİYO) *

Aşağıdan guş geliyor,
Sesi bana hoş geliyor.
Celal’i götüren motor,
Geri dönmüş, boş geliyor.

 

Celal oy oy, eşim oy oy,
Kesillecce başım oy oy!

 

Evimizin önü yonca yonca,
Gahmış dam boyunca.
Bu yoncayı kim biçecek?
Celaloğlan olmayınca.

 

Celal oy oy, eşim oy oy,
Kesillecce başım oy oy!

       

           Öyküsü:

          (Celaloğlanın  hangi  köyden  olduğu  bilinmemektedir.)   Celal   asker   dönüşü   aynı köyden Elif adlı bir kızla nişanlanır. Kızın babası başlık parasını çok ister. Celaloğlan üç yıl gurbete gider. Başlık parasını tamamlayıp köyüne döner ve düğün bayrağını kaldırır. Ancak Elif’te başkalarının da gözü vardır. Fakat Elif, Celaloğlanı sevmektedir. Elifin çeyizi yazılırken Celaloğlan düşmanları tarafından vurularak öldürülür. Alı yeşili ortada kalan Elif, elinde kınası ve başında duvağısıyla başlar Celaloğlan türküsünü söylemeye.

          Elif, Celaloğlanın sevgisine hürmeten ömrünün sonuna kadar bir daha evlenmez.

 

           * Araştırmalarımda “Celaloğlan” adını taşıyan  birkaç türkü buldum. Ancak Yozgat yöresine ilişkin olan “Celaloğlan (Aşağıdan Guş Geliyo)” türküsünün ezgili söylenişine rastlayamadım.

 

                  ÇAMLIK’IN BAŞINDA

                   TÜTER BİR TÜTÜN

                    (ZİYA TÜRKÜSÜ)

Çamlığın başında tüter bir tütün,
Acı çekmeyenin yüreği bütün,
Ziya’mın atını pazara tutun,
Gelen geçen Ziya’m ölmüş desinler.

 

At üstünde kuşlar gibi dönen yâr,
Kendi gidip ahbapları kalan yâr.

 

Benim yârim yaylalarda oturur,
Ellerini soğuk suya batırır,
Çok muhabbet tez ayrılık getirir.

 

At üstünde kuşlar gibi dönen yâr.
Kendi gidip ahbapları kalan yâr.

 

Uzun olur gemilerin direği,
Yanık olur anaların yüreği,
Ne sen gelin oldun ne ben güveyi.

 

At üstünde kuşlar gibi dönen yâr.
Kendi gidip ahbapları kalan yâr.

 

          Öyküsü:

         Ziya  yakışıklı  bir  delikanlıdır.  Yozgat’ın  Karacalar  Köyü’ndendir.  Aynı köyden Fikriye adlı kızı sever ve onula nişanlanır. Fikriye’nin babası Karacalar Köyü  imamı Ali Hocadır. Ali Hoca Kızıltepe Köyü’ne imam olur. Ziya sık sık nişanlısını görmeye at sırtında gider. İki taraf da birbirini oldukça sevmektedir. Ziya, bir gün ekin sularken üşütür ve karın ağrısı şikâyetiyle doktora  gider; ama derdine çare bulamaz, bir hafta içinde ölür.

          Bir  başka  söylentiye  göre;  Ziya Bey yakışıklı, at düşkünü, çok iyi atan binen, iyi cirit oynayan bir yiğittir.  İki köy arasında oynanan ciritte attan düşüp ölür. Fikriye, nişanlısının ani ölümü karşısında duyduğu acıyı ve kederi şiire döker, böylece Ziya Türküsü ortaya çıkar.  Ağıtın tamamı 30 kıtadır.

          Ziya türküsü, Yozgat’ta çok sevilen ve söylenen bir türküdür.

 

             HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI

Hastane önünde incir ağacı (anem ağacı),
Doktor bulamadı bana ilacı (anem ilacı),
Baştabip geliyor zehirden acı (anem vay acı).

 

Garip kaldım yüreğime dert oldu (anem dert oldu),
Ellerin vatanı bana yurt oldu (anem yurt oldu).

 

Mezarımı kazın bayıra düze (anem vay düze,)
Yönünü çevirin sıladan yüze (anem vay yüze),
Benden selam söylen sevdiğimize (sevdiğimize).

 

Başını koysun karalar bağlasın (anem bağlasın),
Gurbet elde kaldım diye ağlasın (anem ağlasın).

 

          Öyküsü:

          Komşu   kızı   ile   beşik  kertmesi  olan  bir  genç   askerde  vereme  yakalanır.    Hava değişimi olarak Yozgat Akdağmadeni’ne gelir. Sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. Genç, tedavi için İstanbul’da hastaneye yatar. Pencereden gördüğü incir ağacından aldığı esinle aşağıdaki türküyü söyler. Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür.

 

          Türkünün öyküsünün sesli anlatımı:

 

                KARACABEY TÜRKÜSÜ

Nasip olup Kaynatan’dan aşmadım.

Ak konağa martinimi asmadım,

Ben mevladan umudumu kesmedim,

Eli kelepçeli durur Karaca.

 

Ankara’dan çıktım sabah çağında,

Candarmalar durur iki yanımda,

Arzumanım kaldı Lök’ün dağında,

Eli kelepçeli durur Karaca.

 

Bana tuzak kurdu Saraylı Fayık,

Fayık Kadı’nın fetvası bana mı layık ?

Ahbaplarım durmuş bakıyor bayık,

Eli kelepçeli durur Karaca.

 

Ufak yaşım ben dünyama doymadım,

Kuşağıma yetim malı koymadım,

Katil İlyas gibi posta soymadım,

Eli kelepçeli durur Karaca.

                                  Hasan Karaca

       

          Öyküsü:

          Karacabey Türküsü’nün öyküsü için iki açıklama vardır. Bunlar aşağıda verilmiştir:

 

          Baki Yaşa Altınok’un anlatımı: ( * ) 

         Birinci    Yozgat    ayaklanmasından    bir    süre   sonra    eni    bir    ayaklanma  gerçekleşmiştir. Ayaklanmacılara karşı Ankara Hükûmeti’nin yanında yer alan Kırşehir’e bağlı Çiçekdağı (Mecidiye) ilçesi ileri gelenlerinin ve halkı, ayaklanmanın bastırılmasında büyük yararlıklar göstermiştir. Bunlardan birisi de Yozgat’ın Lök köyünden asıl adı Hasan olan Karaca’dır. Karaoğlan da denilen Karaca, Millî Mücadele’ye katılmış, Yozgat ayaklanmasının bastırılmasında hükûmet kuvvetlerine önemli katkılarda bulunmuştur. Karaca, bir müddet sonra eşkıyalığa başlamış, Çiçekdağı yöresinde haraç almıştır. Kendisinin yeğeni olan saray beylerinden Faik Bey’in af vaadiyle yakalanıp götürülmüş, Kayseri’de idam edilmiştir.

          Sayın M. Kemal Karabacak’ın anlatımı:

        Karacabey  (Abdullah Şevket)  ve  Karabacak  sülalesi,   Sadrazam   Nevşehirli  Damat İbrahim Paşa soyundan gelmektedir. Damat İbrahim Paşa’nın iki nesil sonrası torunlarından Çuhadar Süleyman Ağa’nın Yozgat merkeze gelmesiyle ve Çapanoğlu ailesinden izin alarak yerleşmesiyle aile Yozgat’ı mekân seçmiştir. Daha sonra Süleyman Ağa ile Çapanoğulları arasında çıkan bir sürtüşmeden dolayı aile Yozgat’ın güneyine, Lök köyü denilen yere yerleşmiş olup kökenleri hâlâ buradadır.

          Karacabey  1311  (1894)  doğumludur,  tahminen 1921 yılında idam edilmiştir. Bu olay muhtelif anlatılsa da en doğrusu savaş yıllarında cephenin terk edilmesi olayına dayanır. Kendisi Mustafa Kemal’in ordusunda subaydır. Birçok kahramanlığı vardır. Ama bir gün özel (gizli) bir görevdeyken (Yozgat ve civarında bir görev) maiyetinin firar etmesi nedeniyle kendisi suçlanmıştır. Ordudan ayrılarak bir müddet Yozgat ve civarında saklanmıştır. Akrabası Yozgat Sarayköylü Faik Bey’in (Erbaş) telkinleriyle (veya ihbarıyla) teslim olmuş, ancak askeri mahkemede yargılanarak idama mahkum olmuş, daha sonra suçsuzluğu anlaşılarak affa uğrasa da af tezkeresinin geç gelmesiyle maalesef idam edilmiştir.

 

          KARA KOYUN ( * )

         Kara   koyun   da   kara   koyun.  Kanlı   canlı,   atik.    Ama    kindar.    Çobana   kin  tutmuş bir kez. Derler ki, kara koyun gözünü çobanın kucağında açmış, kuzuluğu çobanın kollarında geçmiş. Onun sevgisiyle şımarmış, onun azarlarıyla üzülmüş. Günlerden bir gün de,çobanı ağasının kızı Gülhanım ile öpüşürken görmüş. Kinlenmiş. Kin o kin. Sürüp gelmiş. Gelmiş de çobanın ölüm kalım gününe dayanmış

         Olay  çok  eski.  Yozgat’lılar,   “Bizde  geçti.”;   Çukurovalılar,   “Bizde  geçti”  der. Nevşehir’in Akpınarlıları da kendi yörelerinde geçtiğini söyler olayın. Önemli mi? Önemli olan olayın halkın diline dolanıp ilden ile, dilden dile dolaşıp günümüze dek gelmiş olması. Bir de şu var ki; bu türkü, ötekilerden farklı olarak yalnızca kavalla çalınıp söyleniyor. Ağzı dili kaval oluyor bu türkünün.

          Biz diyelim Ahmet, siz deyin Mehmet. Adı önemli değil. Çoban kendisi. Günlerden bir gün, bir Türkmen obasına gelip iş istemiş. Oba beyi durumuna bakmış; temiz yüzlü, dürüst bir insan. Yanına alıp sürüyü teslim etmiş. Çoban da genç ve  yakışıklı. Boypos yerinde. İşi gücü koyunlar. Sabahın erinde dağ yolunu tutuyor; akşamın geç vaktine kadar şu yamaç senin, bu yamaç benim dolaşıp duruyor. Koyunlarının sağlığıyla seviniyor, onların hastalığıyla üzülüyor. Bir koyunun tırnağına taş batsa uykusu haram oluyor. Sabaha dek kırk kere kalkıp bakıyor, kırk türlü ilaç sürüyor yaraya. İyi olana dek omzunda getirip götürüyor koyunu. Avcunda ot yedirip külahında su içiriyor. Ha! Bir de şu var: Çok iyi kaval çalıyor çoban. Zaman zaman diğer çobanlarla düzenlenen yarışmalarda hep birinci oluyor. Kavalıyla yürütüyor koyunları, kavalıyla durduruyor.

          Çoban bu! Kavalı da ortada. Bir de oba beyinin kızı var. Adına Gülhanım derler. Diğer çobanlar bir övgülüyor, bir övgülüyor ki Gülhanım’ı; çobanın içini bir ateş yakıyor. Daha tanımıyor oysa. Görmüşlüğü de yok. Şundan ki, kendisi çok erken alıyor koyunları ağıldan, çok geç dönüyor. El ayak çekilmiş oluyor o zamana dek. Ama gün gün de büyüyor içinde Gülhanım.

          Günlerden  bir  gün,  akşam   karanlığı  basmadan  dönüyor  obaya.  Yanında  diğer çobanlar da var. Ağır ağır sürüyü indiriyorlar ağıla. Tam çeşmenin yanından geçerken bir fısıltı tutuyor çobanları. İşaretle Gülhanım’ı gösteriyorlar. Çoban, başını çevirip bir bakıyor ki ne görsün? Ay parçası gibi bir kız. Kırmızı basma fistan. Uzuna yakın bir boy. Saçları da dizinde. Parlak ela gözler. Başında bir sıra altın dizili. Çoban ufaktan kavala sarılıyor Gülhanım’ı görünce. Bir başlıyor üflemeye ki, Gülhanım sesin geldiği yana başını çevirmeden geçemiyor. Gün o gün; saat o saat! İçinden bir şeyler kaynayıp akıyor ikisinin de. Diyeceksiniz biri ağanın kızı, biri çoban. Ama gönül ferman dinler mi?… Göz görüp gönül sevmeye görsün bir kez.

          Günler  günleri,  aylar  ayları  eskitiyor.  Oba  koşullarında  görüşüp  gönüllerini  hoş ediyorlar. En güzeli de çobanın akşam sürüyü ağıla getirmesi. Kavalıyla her demek istediğini iletiyor Gülhanım’a çoban. Artık öylesine tanıyor çobanın kavalını Gülhanım, çok uzaklardan bile kavalla dediklerini bir bir anlıyor. Diyelim çoban sürüyü tepeden bayıra indiriyor, kavalına da üflüyor bir yandan. Elin diliyle dediklerini, o kavalıyla söylüyor. Aslında söyleyenden çok dinleyende keramet. Dinleyen de öylesine alışmış ki kavalın sesine şıp diye anlıyor dilini.

          Günler    böyle    geçip   gidiyor.   Hani   çıkıp   oba   beyine,   “Böyleyken böyle. Gülhanım’ı Allah’ın emriyle bana ver” dese güler adam. “Ben ki koskoca Karakeçili Aşireti’nin beyiyim, kızımı çobana verecem. Güler elin adamı be!” demez mi? Der elbette. Devir eski devir. Değer ölçüleri böyle. Zenginin kızı zengine, çobanın kızı çobana. Yani ki, “Bu iki genç birbirine yakışıyor. Parası, malı mülkü de önemli değil.”denmez. Çoban da bunları bildiği için gidemez kızın babasına. Bir gün, beş gün derken günler geçip gider. Gizli gizli bakışırlar. O kadar!

          Bir akşam üstü, çoban, koyunları sağılımdan alıp gece yayılımına çıkarır. Yayılım yeri de çok uzak değildir köye. Bir yandan koyunları yayar, bir yandan veryansın eder kavala. Gülhanım da yatağının içinde bir o yana döner, bir bu yana. Çobanın kavalıyla anlattıklarını dinler. Derken ses kesiliverir birden. Gülhanım daha bir kulak kabartır. Daha dikkatli dinler. Iıh, ses yok! “Herhalde uykuya daldı.” der, keser umudunu yatar yatağa. Ama kulağı yine kaval sesindedir.

      Çoban derseniz, sürüyü otlağa yayıp yan gelmiştir bir kayanın dibine. Keyfince Gülhanım’a çalıp söylüyordur kavalıyla. Birden karabaş köpeğin havlaması hızlanır. Derken canhıraş sesi duyulur köpeğin. Sonra da hepten susar. Çoban fırlar yerinden. Kavalını bırakıp silaha sarılır. Ama fırsat kalmaz. Dokuz kişi birden sarar çevresini. Elini kolunu bağlayıp koyarlar bir kenara. Sürüyü dehleyip götürmek isterler. Ama bir tek koyun yerinden kıpırdamaz. Meleyip bağırmaya başlarlar. Çoban dayanamaz: “Benim koyunlar alışıktır. Kavalımla onlara yol vermezsem şurdan şuraya gitmezler. Kollarımı çözerseniz kavalımla yola düşürürüm sürüyü.” der. Elini çözerler. Kavalını verirler. Çoban başlar üflemeye. Başlar üflemeye ya, bir yandan koyunları kımıl kımıl kımıldatır; öte yandan durumu Gülhanım’a bildirir. Şöyle der kavalıyla çoban:

          Dokuz atlı geldi, sürüyü bastı,

          Kıl bağı çok sıktı, kolumu kesti,

          Kara köpeciğim kanları kustu,

          Sürünüz gidiyor, ulaşın beyler.

         Bir   de,    kara    koyun   var   sürünün   içinde,    elinde    doğmuş   çobanın.    Kara koyun yaman koyun. Leb demeden leblebiyi anlıyor. Kaval sesine de bir alışkın ki kara koyun eh!.. Ne demek istediğini anlar çobanın ve de nerde duyarsa duysun, tanır kendi çobanlarının kaval sesini. İşte, suyu içirmemek için bir kavalına, bir de kara koyuna güveniyor çoban. Ne zaman ki sürü yamaçtan görünmüş, elindeki kavalı ufaktan ufaktan ağzına götürmüş çoban. Başlamış üflemeye. Çoban üflüyor kavalını ve sürüdeki her bir koyuna ayrı ayrı yalvarıyor. Ne dediğini, neler söylediğini koyunlar bir bir anlıyor. Şöyle yalvarıyor çoban koyunlara:

Koyun seni yedi yıldır güderim,
Sizi kor da nerelere giderim,
Gülhanım’ı yedi yıldır severim,
Bildin mi sevdiğimi ala koyunum.

 

Ben sürümü yaydım yaydım getirdim,
Keyfi yetti, argacına yatırdım,
Bacın sağdı, ben sütünü götürdüm,
Ablanı seveyim ağca koyunum.

Ak taşlara tuzunuzu ekerim,
Siz yedikçe, melul melul bakarım,
Ben aşkımla yüreğimi yakarım,
Gördün mü sevdiğimi kara koyunum?

         Çoban  bunları dillendiriyor kavalıyla ya, koyunlar üç gündür tuz yalamış. Bir tek damla su içmeden; tam üç gün, üç gece tuz yalamış koyunlar. Yürekleri yanıyor. Bir de güneş var ki tepede, fırın gibi ortalık. Yürek yanığı bir yandan, güneş bir yandan. Çay da bir akıyor ki şırıl şırıl. Çoban yine kara koyuna dil eder kavalını:

Kara koyun sana tuzlar yalattım,
Yalattım da ciğerciğim doğrattım,
İşte seni su başına ilettim,
İçme koyun içme, haydi dön geri,
Sözümü tutmanın şimdi tam yeri.

 

Tanla gelir sarı çanın avazı,
Kimi allar giymiş, kimi kırmızı,
Dönüp kılsam ben bir sabah namazı.
İçme koyun içme, haydi dön geri,
Sözümü tutmanın şimdi tam yeri.

Eğilip içenler onup yetmesin,
Yedip güden çoban gayri gütmesin,
Yaydığı yerlerde otlar bitmesin,
İçme koyun içme, haydi dön geri,
Sözümü tutmanın şimdi tam yeri.

        Koyunlar   iniyor  tepeden,  ama  ne  iniş!..  Yürümüyor,  koşuyorlar;  koşmuyor, uçuyor koyunlar. Koyunların yüreği yanık. Çoban korkulu. Ver ediyor kavala. Bir bir adlarını sayıp dön geri etmek istiyor koyunları:

Hangi çoban size kaval çalacak?
Taze çimen, mor sümbüller solacak,
Gülhanım’ın gönlü öksüz kalacak,
Kanlım olma ak koyunum dön geri.

 

Ak koyunum koyunların beyidir,
Kara koyun yüreğimin yağıdır,
Yaylası da Üç Kapılı Dağıdır,
Kanlım olma ala koyun, dön geri.

        Sürü suya yaklaştıkça yaklaşıyor.  Girdiler girecekler. Karakoyun duruyor birden. Kulak veriyor kaval sesine. Biraz daha yalvarmalı, biraz daha umutlu çalmaya başlıyor çoban. Kaval kavallıktan çıkmıştır artık. Kaval, kaval değil; doğa yaratığı bir dil olmuştur. Bir dil olmuştur ki, koyunların anladığı lisandan konuşur. Ağlar. Yalvarır. Umutlanır. Velhasıl, her bir duyguyu alır çobandan, götürür kara koyunun kulağına koyar.

       En  çok  kara  koyuna  güvenmektedir  çoban.  En  çok  da  kara koyundan korkmaktadır. Neden derseniz. Kara koyun kinci koyun. Yaman koyun kara koyun. Sürü kendi başına gidiyor, kara koyun kendi başına. Ayrılıyor sürüden, bir koşu varıp suya ulaşıyor. Uzatıyor kafasını suya. Uzatıyor ki içti içecek suyu. Çoban daha içten daha yalvarmalı üflüyor kavalını:

Sürüden ayrılma kara koyunum,
Sulağa sarılma kara koyunum,
Gördünse darılma kara koyunum,
Kanlım olma kara koyun, dön geri.

 

Kuzunu taşıdım bahar çağında,
Gezdirdim, otlattım Çiçekdağı’nda,
Kurutma gülümü gönül bağımda,
Kanlım olma kara koyun, dön geri.

         Kara   koyun   meler.    Zıplayıp   çıkar   çayın   kıyısına   ve   fırlayıverir  birden  sürünün önüne. Öyle bir yay çizer ki koyunların önünde, hızları kesilir. Yavaşlar dururlar birden. Sonra kara koyun önde, sürü peşinde ağır ağır girerler suya. Girerler ki bir tek koyun kafasını uzatmaz suya. Kara koyun tırnak tırnak atar suyu. Boz bulanık olur suyun yüzü.

       Güneş  bir  yandan,  üç  gün  üç  gecelik  tuz  yalayış  bir  yanda, susuzluk bir yandan. Dayanamaz koyunlar susuzluğa. Ama kara koyun durur mu? Öyle çekip çevirir ki sürüyü, bir teki bile suya uzatmaz kafasını. Vurur geçerler suyu. Çobanda bir heyecan, bir telaş, bir sevinç. Hepsi karışır birbirine.

       Oba beyi şaşkın. İhtiyar meclisi hafiften sevinçli. Kara koyun sürünün başında. Çoban bu kez yalvarmayı bırakıp bir minnetle dillendirir ki kavalı; neler der, neler demek ister onu kendisi, bir de kavalını anlayanlar bilir.

       Böyleyken böyle. Çoban kazanır davayı. Gülhanım’a kavuşur. Ancak oba beyi, kızıyla çobanı evlendirmeden önce sorar: “Doğruluğunu, yiğitliğini kanıtladın oğul. Ama anlamadığım bir şey var. Kara koyun neden diğer koyunlardan aynldı ilkin? Kinli kinli suya girdi. Sonra sana bakıp da suyu içmekten vazgeçti.” Çoban yeniden sarılır kavala, soruyu kavalıyla cevaplar:

Yıllar var ki koyunları güderim,
Akşam gelir, sabahları giderim,
Koyun gibi, aşkımı da güderim,
Bağışla suçumu beylerin beyi.

 

Eridim su gibi, ama akmadım,
Ne çiçeğe ne çimene bakmadım,
Geceleri ışık bile yakmadım,
Bağışla suçumu beylerin beyi.

Gülhanım aşkında bana adaştı,
Kapandı gözümüz, gönlümüz taştı,
Bir gündü dudağım biraz yaklaştı,
Bağışla suçumu beylerin beyi.

Sel oldu çağlattı kara koyunum,
Yüreğim dağlattı kara koyunum,
Bunları anlattı kara koyunum,
Bağışla suçumu beylerin beyi.

         der  ve  kavalı  bir  yana  atıp  eline  sarılır  oba  beyinin. Oba beyi de kucaklar çobanı. Gülhanım derseniz, sevincinden uçuyor. Sonunda onlar da erer muradına.

 

          ( * ) Kara  Koyun  türküsünün  hangi  yöreye  ilişkin  olduğu  konusunda  farklı görüşler vardır. Söz konusu türkünün Yozgat, Adana, Nevşehir Kırşehir yöresiyle ilişkilendirilmesi bunların başında gelir. Ancak ağırlık Yozgat üzerindedir. Böylesine güzel bir öyküye sahip türkünün bu derece benimsenmesi doğaldır. Bu türkü artık ulusumuzun ortak değeri durumuna gelmiştir. Önemli olan da budur.

          Kaynak: Öyküleriyle Türküler 1, Yaşar Özürküt, Ada Müzik, İstanbul, 2003.

 

    MUSA TÜRKÜSÜ 
Bal koydum bal tasına,
Havlunun ortasına.
Şavga kekil kestirmiş,
Musa’nın sevdasına.

 

Çift güvercin uçtu mu?
Gün avluya düştü mü?
Kurban olduğum Musa,
Gönlün benden geçti mi?

Bahçenizde gül var mı?
Gül dibinde yol var mı?
Musa’m bize gelirse,
Karyolada yer var mı?

Bahçemizde gül de var,
Gül dibinde yolda var,
Musa’m bize gelirse,
Karyolada yer de var.

Albar’ın mezerliği,
Top biter üzerliği,
Yozgat valisinde yok,
Musa’nın güzelliği.

          Öyküsü:

         Olay,    Yozgat    ili,    Sorgun    ilçesi   Dikir   Boğazı’nın   bir   köyünde  geçer.    Köyün  çevresi bağlık-bostanlık, toprakları verimli, hayvanları doğurgan, insanları cömerttir. Devlet; toprakları verimli, insanları çalışkan olan böyle bir köye bir kooperatif yaptırıp başına da bir memur gönderir.  Kooperatifin açılışı ile köye bir canlılık gelir. Köyün kadınları, kızları gömleği ütülü ve kolalı kravatlı birini ilk defa görürler. Kâtibi çok beğenirler.

         Kâtip; eli yüzü düzgün, yakışıklı birisidir. Üstelik de bekârdır. O dönemlerde devlet memurluğu itibarlıdır. Genç kızların hayali bir devlet memuru ile evlenmektir. Kâtip hanımı olmak da kolay değildir, aynı zamanda herkesin ulaşacağı bir makam da hiç değildir. Kâtip hanımı olmak için güzellik olacak, akıl olacak, hepsinden önemlisi de talih olacak. Kâtip hanımı olunca bağ bahçe işi olmayacak, elbise temiz olacak, üst baş tezek kokmayacak. Elleri nasır bağlamayacak. Evi on dört numara gaz lambası aydınlatacak. Herkes ona imrenecek, üstelik adının yanına Ayşe Hanım, Elif Hanım gibi hanım sıfatı gelecek.

          Kâtip  Musa;  devlete  sırtını  dayamış;  maaşı,  parası pulu olan birisiymiş. Köyün gençleri de onu kıskanırmış. Musa’nın daireye geliş ve gidişleri bir merasimmiş. Köyün bütün kızları kapı aralarından onu seyreder, onu görebilmek için çeşme başında biraz daha fazla beklermiş. Köyün ağasının da Şefika adında güzel mi güzel, yeni yetişip gelen bir kızı varmış. Köylü ona, “Şavga!” dermiş. Şavga, ağa kızı ve biraz da güzel olduğu için Musa’yı fazla önemsemez, onun da köyün öteki gençleri gibi olduğunu düşünürmüş.

          Şavga,  bir  gün  helkelerini  alıp  çeşmeye  su  doldurmaya  gitmiş.   Helkelerini doldurup gelirken aniden Musa ile karşı karşıya gelmiş. Bir an bakışları karşılaşmış, Şavga biraz şaşırmış, eli ayağı titremiş, yüreğine ılık ılık bir şeylerin aktığını hissetmiş. Utancından yüzü kızarmış. Onların birbirlerine âşık olduğuna kuşlar tanık olmuş.

            Şavga    ile   karşılaşmasından   sonra    Musa’nın   gözüne   uyku    girmemiş.  Nereye gitse, ne yapsa hep aklında Şavga varmış. Hep onu düşünür, hep onun hayali ile yatar kalkar olmuş. İçinden hep Şavga’nın evinin çevresinde dolaşmak geçiyormuş.

          Acılı   günler   birbirini   kovalamış.   Aşklarını  açıklayacak   yer   ve   zaman bulamamışlar. Bir gün ay ışığının olmadığı zamanda dam ardında buluşmuşlar. Aşklarının yüceliğinden söz etmişler birbirlerine. Birbirlerine söz verip yemin etmişler. Zamanla bu aşkı taşıyamaz olmuşlar. Bu aşk kulaktan kulağa duyulmaya başlamış.

          Musa  köyün  ileri  gelenlerini  Şavga’ya  dünür  göndermiş.  Belki  de en uygun olanını yapmış. Ama Şavga’nın babası böyle düşünmüyormuş. Kızını kendisi gibi zengin birine vererek gücüne güç katmak istiyormuş. Bu nedenle, gelen dünürcüleri geri çevirmiş. Musa, bıkmadan usanmadan dünür göndermeye devam etmiş. Tüm aracılar Şavga’nın babasını yola getirememiş. Sonunda ağa, “Benim gurbete verecek kızım yok!” diyerek kestirip atmış. Önceleri sevdiği Musa’dan nefret etmeye başlamış.

            Musa’nın sülalesi ve arkası yokmuş. Gurbet ellerinde tek başınaymış.

          Ağa, “Musa bana göre damat değil.” diye düşünürmüş. Musa’nın tayinini başka yere yaptırmak için uğraşmış, çünkü kendi itibarının sarsıldığını sanıyormuş. Sonunda Musa’nın tayinini yaptırmış.

          Şavga,   Musa’nın   köyden  temelli  gideceğini   duyunca   yıkılmış;    dünyası  kararmış. Annesine, babasını razı ettirmek için yalvarmış. Eğer bu iş olmazsa kendini  öldüreceğini söylemiş.  Evlerinin avlusuna oturup kavuşmaları için günlerce yalvarmış Tanrı’ya. Şavga’nın bu hâline komşuları çok üzülmüş. Çünkü aşkın böylesine ilk defa tanık olmuşlar.

           Şavga’nın  ağzından  dökülen  dizeler  okuma  yazma   bilenler   tarafından  not edilmiş. Musa, arkasından söylenen şiirleri, ağıtları duymuş. Ama bu ağıtlar ve türküler Dikir Boğazı’na sığmamış, nağme olup dillerden dökülmüş. Bu tarihten sonra her zaman Musa’nın türküsü çalınıp söylenir olmuş.

            Not:  Tüm  araştırmalarıma  karşın  Musa  Türküsü’nün  sanatçılarla  söylenmiş  ezgili biçimine rastlamadım. Ancak YouTube’ta sözleri değişik, ama ezgili söylenenini buldum. Yozgatlı Abbas Ayna tarafından söylenen türkü aşağıda: