SAYIN ERTUĞRUL KAPUSUZOĞLU’NUN DERLEDİĞİ
FIKRALARDAN SEÇMELER
İT OTUZ DOKUZ SİNEK KAPTI
Yozgatlı baba oğlunu yakalamış, nasihat ediyor.
Oğlan başını eğmiş dinliyor.
Yanlarında bir çapar köpek var, havadaki sinekleri kapıyor.
Baba konuştukça konuşuyor. Oğlunun sessiz ve hiç tepki vermeden dinlemesinden memnun.
Diyor ki:
— Sahi oğlum, iki saattir anlatıyorum. Zihnine bir şeyler girdi mi?
Oğlan cevap veriyor:
— Yahu baba, bizim it tam bir sinek avcısı! Sen konuşmaya başlayalı beri tam otuz dokuz sinek kaptı.
KABURGA GEMİKLERİM
Yaşlı kadın otobüsle Yozgat’tan Ankara’ya gidiyor. Hemen de şoför mahallinin arkasında oturuyor.
Çenesi paslanmış; yanında kimse yok ki iki laf ede de dişlerinin gicişiğini (*) ala, dilinin şişi gide.
Kendi kendine bir şeyler kurmuş kafasından. Sonra başka bir şeye geçmiş. Olmuyor işte, kopası çenesi çalışmazsa kafayı yiyecek.
Can havliyle bastonu uzatmış. Başı ile camdan görünen köyü göstermiş:
— Şoför efendi oğlum, bura nere?
Şoför ”ıııhhk” demiş ters ters bakarak. Amma bir şey diyememiş. Karşısında bir koca karı.
Kadın aynı soruyu birkaç kere tekrarlamış.
Şoför gözünü yoldan ayırmadan cevap vermiş:
— Bastonla dürtüp durma nene. Ora benim kaburga gemiklerim.
(*) giciş: Kaşıntı.
KIVRIL HÂKİM BA KIVRIL
Boğazlıyan’a bağlı Yeşilhisar köyümüzün eski adı Kıvrıl’dır.
Boğazlıyan adliyesinde hâkim yaşlı bir tanığa sorar:
— Nerelisin baba?
— Kıvrıl Hâkim Ba. (*)
— Nerelisin diyorum, amca.
— Kıvrıl Hâkim Ba, Kıvrıl.
— Yahu adam, ben sana nerelisin, diyorum; sen Kıvrıl diyorsun.
Kıvrıllı hemşehrimiz, koskoca hâkime bir türlü Kıvrıllı olduğunu anlatamıyor.
Bakmış olacak gibi değil, köyünün adını kafiyeli bir şekilde anlatmış:
— Tamam işte Hakim Ba, Abdili, apalak, Yoğunise’den koparak, altında Cavlak, Cavlak’ın altında Kıvrıl. Kıvrıl da Kıvrıl Hâkim Ba, Kıvrıl da Kıvrıl. Ben Kıvrıl köyündenim.
(*) ba: Bey.
KUYRUKSUZ KUNNAYAN (*) EŞEK
Yozgatlı bir beniâdem gece yatakta dönüp duruyor. Karısı kızar:
— Ne dönüp duruyorsun be adam, niçin uyumazsın, derdin ne?
— Sorma hanım, bizim komşunun eşeği kuyruksuz kunnamış, ne yapacağımı şaşırdım.
— Üstüne iyilik sağlık, s ana ne komşu eşeğinin kuyruksuz kunnadığı sıpadan be adam!
— Yahu sen ne anlayışsız hatunsun. Şimdi o sıpa büyümeyecek mi?
— Büyüyecek. Ne var bunda?
— Ne var olur mu? Büyüyecek, eşek olacak. Eşek olur da çamura çökmez olur mu
— Belle ki çöktü diyelim. Ne var bunda?
— Bak bak, daha ne var, der. Eee, eşeği çukura çökünce komşum önce kimden yardım isteyecek? Benden.
— Eee!..
— Eesi, şimdi ben, o eşeği çamurdan kurtarmak için ne yapacağım? Eşeğin kuyruğu da yok ki çeksem de çıkarsam. Kara kara bunu düşünürüm. Haksız mıyım?
(*) kunnamak: Doğurmak (hayvanlar için).
PARAYI GÖRÜRSE MASRAF ÇIKARIR
Adam taka bir dolmuş almış. Yerköy-Yozgat arasında çalıştırıp maişetini (geçim) temin edecek.
Fakat dedik ya taka dolmuş, ikide bir arıza yapıyormuş namussuz. Her arızada da üç dört günlük kazancı alıp götürüyor.
Adam, o gün yine müşterileri Yerköy’e indirdikten sonra kendisi de inmiş. Yele yele (*) gitmiş, köşeyi dönmüş ve cebinden paraları çıkararak saymaya başlamış. Fakat o nasıl para sayma. Bir yandan arada bir dolmuşa göz atıyor, bir yandan da para sayıyor.
Bunu gören bir yolcu şaşırmış:
— Hayırdır arkadaş ne yapıyorsun?
Şoför bir yandan para sayarken cevap vermiş:
— Ne yapacam, görüyorsun işte.
Adam yine sormuş:
— Paran çalıntı mı, kimden saklıyorsun?
Adam gülmüş:
— Benim dolmuştan.
Adamın saf saf baktığını gören şoför açıklamış:
— Sorma hemşehrim. Bu dolmuş var ya, cebimde parayı gördü mü hemen arıza yapıyor namussuz!
(*) yele yele: Telaşla koşa koşa.
PAZARIN TADI YOK
Sorgun Eynelli köyü muhtarı Üsük Ka, sabah erden Peyik’e pazara gitmiş. Kendi götürdüğü malı satarken eve de ufak tefek almış tabii. Fakat bu arada ne olmuş, nasıl olmuş, bilinmez; bir kavga çıkmış. Hani muhtar ya bizim Üsük Ka. Hemen araya girmiş, ayırmaya kalkmış kavga edenleri. Fakat o da ne, sanki kavga edenler anlaşmışlar gibi,
— Ulan sana ne elin kavgasından, demişler ve hepsi bir olup bizim Üsük Ka’ya bir sopa çekmişler amma, olursa da öyle olsun.
Üsük Ka bu, millet beş vurduysa kendisi de ancak bir vurabilmiş. Gururuna yedirip de karakola da gidememiş ve kös köy eşeğine bindiği gibi Eynelli’nin yolunu tutmuş.
Yolda giderken henüz pazara yeni giden kendi köylüsü hemşerilerine rastlamış. Köylüler muhtarlarından sormuşlar:
— Uğurlar olsun Üsük Ka, pazar nasıl?
Üsük Ka, gözündeki morluğu göstermemek için şapkasının gözünün önüne yıkarken eşeği de nodullamış: (*)
— Yok, adam kulağasma, pazarın tadı yok.
(*) nodullamak: Hayvanı üvendire ya da sopayla dürtmek.
POPONA BİR İNNE BATIRIYOM
Süleyman Sökmen, bizim Sürmeli türkümüzü en iyi yorumlayan hemşerilerimizdendir.
Çocukluğunda da sesi çok güzelmiş. Yozgat’ın büyükleri ne zaman onu yakalasalar, sürmeli söyletmeden bırakmazlarmış.
Gel gelelim, ”Sürmeli” istekleri o kadar çokmuş ki küçük Süleyman çarşıya çıkamaz olmuş. Buna rağmen evden çağırtılır, okuldan çağırtılır, Sürmeli söylettirilirmiş.
Aradan zaman geçmiş, Süleyman Sökmen Ankara’da yapılan ses yarışmasında birinci olmuş, o arada da Sürmeli’yi plağa okumuş.
Pikabı olan olmayan herkes Sürmeli plağını almış. Çalıp çalıp dinliyorlarmış.
Tam o aralar, Süleyman Sökmen Yozgat’a gitmiş.
Daha önceleri kendisine zorla Sürmeli söylettirenlerden Gürcülerin Fayık Ağa onu görmüş. Demiş ki:
— Ula Sülüman, neyine şikârlanıyodun (*) la? Şimdi bi plak aldım. Gotüne bi inne dürtüyom, sana akşama kadar Sürmeli söylettiriyom.
(*) şikârlanmak: Nazlanmak.