SAYIN ERTUĞRUL KAPUSUZOĞLU’NUN DERLEDİĞİ
FIKRALARDAN SEÇMELER
ALNIMIZIN AKIYLA HESABIMIZI VERDİK
Yozgatlı hemşerimizin yüz baş koyunu varmış. Bir çobana, bakıp beslemesi şartıyla ortak vermiş. Aradan zaman geçmiş. Çoban; başka yerde oturan ortağını, elinde bir deri ve bir sitil yoğurtla ziyarete gitmiş.
Çoban ile ortakçısı arasında şöyle bir konuşma geçmiş:
— Efendim maruzatım vardır.’
— Buyur.
— Buyuran kölen.
— Bizim koyunlar nasıl?
— Onu arz edecadim.
— Arz et bakalım.’
— Yer yarıldı gök çatladı, yetmiş ikisinin ödü patladı. Önden gitti baş toklu, arkasından beş toklu. Onunu verdim kasaba, onunu katma hesaba. Kurt kaptı birisini, birinin de getirdim derisini. Bir ara koyunun birazını sağdıydım, gelinim bir sitil yoğurt çalmış. Şimdi gabadayılık bende kalsın, yarısını bile almadan hepsini sana getirdim ağam. Buyur afiyetle ye!
Adamın canı sıkılmış.
— Yani yüz koyun gitti öyle mi?’
— He ya ağam, öyle görünüyo!
Adam dayanamamış, çobanın elinden yoğurdu kaptığı gibi tepesinden aşağı geçirivermiş.
Çoban yüzsüz, elini yoğurtlu yüzüne çalmış, sonra da demiş ki:
— Elhamdülillah! Yüzümüzün akıyla hesabımızı verdik.
ANANA HER YER İTAĞA (*)
Yozgatlı halamız tandırlık da un elerken, oğlu tepesinde bitmiş. Bir yandan un eliyor, diğer yandan da oğlu ile sohbet ediyormuş.
Bir aralık kadın,
— Aman oğlum, karnım ağrıdı niyeyse, demiş.
Oğlan da anasının gözü, mukallitlik yapmak için önüne çıkan bütün fırsatları değerlendiren bir tip.
— Aman ana, kurban oluyum; senin karnın yerine benim karnım ağrısın, demiş.
Senindi benimdi bir süre tartıştıktan sonra oğul:
— Dur hele, bende bir ilaç var; senin karnının ağrısını şıp deyin keser, diyerek gitmiş.
Döndüğünde elinde bi yarımlık rakı varmış. Anası ne bilsin rakıyı şarabı, ilaç niyetine içmiş.
Kadın “acıydı, macıydı’’derken biraz sonra başı tatlı tatlı dönmeye başlamış. Tabİi başı dönerken un elemeye devam ediyormuş. Un elerken kolları da fazla açıldığı için elenen unlar itağadan dışarı taşıp yere dökülüyormuş. Oğlan hınzırcasına gülmüş:
— Ana kız, noğorüyon? Un itağadan dişarı dökülüyo.
Ana keyiflidir.
— Dökülürse dökülsün kurban olduğum, anana her yer itağa!
(*) itağa (iteği): Un elerken dökülmemesi için yere serilen örtü.
ANAN KOCA GÜNÜ MÜ GÖRDÜ?
Kadın çok evlenmiş; bazıları ölmüş, bazıları boşanmış ya da bu boşamış. Yaş da epeyce ilerlemiş. Bir gün oğlu, yarı şaka yarı ciddi sormuş:
— Ana kız, söylesene kaç kere evlendin?
— Bilmem ki oğlum, hele dur aklımı bir toplayım da sayayım sana. Ali’yinen Veli, dört de eveli, Recep’inen Şaban, bir de irahmetlik baban. Amaan oğlum, anan hiç koca günü mü gördü!
BENİ ÖRKLESEYDİNİZ (*) YA!
Bahar gelmiş. Tam da madımağın bol olduğu bir mevsim.
Bu güzel mevsimde, Yozgat köylerinden birine Tanrı misafiri gelmiş. Üç gün, beş gün derken Tanrı misafiri misafirliği mi uzatmış, yoksa hane sahibi mi ısrar mı etmiş, bilinmez; misafirlik haftayı aşmış.
Hane sahibi, misafire ilk gün madımak ikram etmiş. Ertesi sabah gene madımak, akşam, daha ertesi gün ve akşam madımak. Hep madımak, hep madımak.
Misafir, misafirliğin sekizinci günü evin yaşlı hanımına bir fırsat sormuş:
— Hala, kurban oluyum, bu kadar madımağı nerden bulursunuz ki?
Yaşlı kadın cevap vermiş:
— Yeğenim, derdine bak. Aha köyün kıyısından. Harman yeri de madımaktan dolu. Akşama sana gene pişireceğam; yoğutlu, sarımsaklı ye.
Misafir demiş ki:
— Sağ ol halam, eline sağlık da zahmet etmesen. Bu işin daha kolayı var.
Kadın merakla sormuş:
— Neyimiş ki kolayı kurban olduğum?
Misafir cevap vermiş:
— Ne olacak gurban olduğum halam! Beni harman yerine örkleyeydiniz, siz de ben de zahmet etmeden karnımı doyururdum ya!
(*) örklemek: Hayvanları otlamaları için uzun bir iple çayıra bağlamak.
BİZİM CULUĞU (*) YİYEN MÜFETTİŞ
Bizim genç köy öğretmeni, Yozgat köylerinin birinde çalışıyor.
Köy öğretmeni, bazı ihtiyaçlarını kendisi karşılamak zorundadır.
İşte bizim çalışkan öğretmen de kocaman bir culuk beslemiş. Culuğu kışın kesecek, donduracak. Arada bir yemeğin içine bir et atacaklar ki yemek yenir olsun.
Culuk da culuk hani! Tabir yerindeyse at gibi.
Çoluk çocuk, culuğun üzerine titriyorlar; çocukları onu kendi elleriyle fındıkla, fıstıkla besliyorlar.
Yaz tatili bitmiş okullar açılmış. İki üç ay geçmiş, kış bastırmak üzere.
Köye müfettişin geleceği tutuyor.
Köylük yer, öğretmen ne yapsın? Müfettişe bir şeyler ikram edecek. Fakat köyde kasap mı var?
Bakkal varsa da bakkalda müfettişe ikram edilecek bir şey mi var? Yok, hiçbir şey yok!
Amma müfettiş bu, boğazı batsın, ikram ister.
Öğretmen, aile efradını toplar ve onlara bir veda konuşması yapar:
— Sevgili karım, yavrularım! Kusura bakmayın, güzelim culuğu müfettiş hazretlerine ikram etmek mecburiyetindeyim.
Ve ikram etmiş.
Culuğu kesmiş, kızartıp koymuş müfettiş beyin önüne.
Çocuklar dışarda culuğun kesilmesine üzgün. Öğretmen de üzgün, diğerlerini teselli ediyor:
— Meraklanmayın çocuklar. Koca bir culuk. Müfettiş de olsa bir tane adam. Bir adam, on kilo çeken culuğu midesine dolduracak değil ya. Budun birisini yese şişer kalır. Böyle demiş bizim genç öğretmen. Haklı da. Culuk dediğinizi az bellemeyin. Bir erkek culuk, nerden baksanız sekiz-on kilo çeker.
Öğretmen haklı da, müfettiş de müfettiş hani. Herifin ağzı kızarmış culuğu sarınca, koca culuğu göndermiş, cennetlik olup olmadığı şüpheli gövdeye.
Yapacak bir şey yok.
Öğretmen, karısı, çocuklar iç geçirmişler:
— Zıkkım yiyesice, demişler amma, giden culuk geri gelir mi?
Altı ay sonra öğretmen ile çocukları Yozgat’a gelmişler.
Çarşıda gezerlerken küçük çocuk uzaktan eli çantalı bir adam görüp bağırmış:
— Baba, baba! Bizim culuğu yiyen müfettiş!
(*) culuk: Hindi.
BU HUY SANA HUY DEĞİL
Adamın inat mı inat bir boz eşeği vardır. Avluya gir, dersin, girmez; ahırdan çık, dersin, çıkmaz. Adam binmek ister huysuzlanır; inmek ister, dökmedik makam bırakmaz.
Yine böyle bir gün adam, eşeğinin sırtında bir küçük özden (*) geçiyor. Epey zamandır yolda olduklarından ve eşek pek bir huysuzluk yapmadığından adam rahattır. Hani her zamankinin aksine biraz tedbiri de elden bırakmıştır.
Sen misin tedbir i elden bırakan, tam suyun ortasında, kaldırınca yere vurmuş adamı boz eşek. Sonra da kulaklarını dikmiş, utanmaz utanmaz üstü başı su içinde kalan adama bakmış. Adam da ona bakmış tabii; ama ne bakış, kızgınlık mı, sitem mi, pek belli değil. Ama acı acı başını sallamış.
— Baka benim boz eşeğim, baka eşşoğlu eşşek, ben güneşe çıkarım, yarım saatte kururum; ama bilesin, bu huy sana huy değil!..
BU SENE DE İT OLMANIN ZAMANIYMIŞ
Yozgat köylerin birinde davara kıran girmiş. Vebali anlatanın boynuna, kıran mı girmiş, yoksa biçer zamanı koyunlar hep birlikte tokmalamış mı? Öyle ya da böyle, o kadar koyun ölümü olmuş ki, çobanlar bıçağı zor yetiştiriyorlar. Hatta bazıları mundar oluyor.
Bu arada eti kim nitsin, yiye yiye bıkmış köylüler. Ala etli uyluklar itlere atılıyor.
Eee, bu zamana kadar eti bayramdan bayrama gören köylülerden birisi, böyle ala etli uylukları itlerin önünde görünce hayıflanmış:
— Şunların keyfine bak, bu sene de it olmanın zamanıymış.
BÜYÜĞÜ DURURKEN KÜÇÜĞÜNÜ EVEREN DÜRZÜ
Yozgatlı amcamızın aklına mı esti, hesabına öyle mi denk geldi, büyük oğlu dururken küçük oğlunu evlendirivermiş.
Tabii büyük oğlan burnundan fitilliyor. Esiyor, yağıyor; ama hep gaybete. Babasının yüzüne bir şey demiyor. Kardeşine de bir şey diyemiyor, çocuk zaten mahcup. Fakat babasından da intikam almalı, ama nasıl?
Bir gün aradığı fırsat eline geçer. Pazarda alışveriş yaparken karşısındaki sorar:
— Nerelisin yeğen?
— Ben mi emmi?
— Tabi sen ya.
— Söyleyeyim mi?
— Söyle tabi yeğenim.
— Büyüğü dururken küçüğünü everen dürzünün köyündenim.
DELİ DELİ SÜRÜŞÜNDEN BELLİYDİ
İsmi mahfuz (saklı) hemşehrimiz şofördür. Eeee, Yozgatlı ya, gözü kara aslanımın! Elmadağ’ı inerken vitesten atıyor arkadaş.
Yolcular da yaman, arabanın hızlanmasından memnun.
— Vay canını yediğim şoför bey, yağ gibi kaydırıyor arabayı!
Yağ gibi giden arabanın biraz sonra freni patlar. Yolcuların canını yediği şoför, çareyi arabayı uygun bir şarampole sokmakta bulur. Yolcular tehlikeyi bir iki sıyrıkla atlatırlar. Bu sefer yolcuların tepkisi farklıdır:
— Böyle olacağı deli deli sürüşünden belliydi pezevengin!
HEMİ OTURUYON HEMİ GİDİYON
Yozgat’ta yiğit lakabıyla anılır Terzi Deli Hüseyin Bey. Deli mi veli mi belli olmayan cinsten oğlu Fikret de yiğit oğlan doğrusu. Tam babasının oğlu.
Baba-oğul arada sırada paslaşırlar.
Tabii Fikret’in pasları, baba oğul ilişkisi içerisinde ölçülü ve saygılıdır. Belirtmeye gerek yoktur ki bu paslaşmalarda Hüseyin Bey oğlundan üç beş gömlek yukarıdadır.
Fikret’in bir kartal arabası vardır. Sık sık da babasını arka koltuğa alır; çarşıdan eve, evden çarşıya götürür.
Hüseyin Bey’in arabaya binip koltuğa kurulur kurulmaz ilk söylediği cümle şudur:
— Oğlum Fikret. Bu araba ne gözel şey. Hemi oturuyon, hemi gidiyon.