Ünlü süvarilerin, harp meydanlarında kahramanca dövüşen Türk yiğitlerinin harman olduğu diyar, Bozok Yaylası’nın çocukları, var olun! [Mustafa Kemal Atatürk (3 Şubat 1934)]
1950 yılında Yozgat’ta doğdum. İlk ve ortaöğrenimimi Yozgat’ta tamamladım. 1970 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünden mezun oldum. Sırasıyla Kars-Susuz (Kâzım Karabekir İlköğretmen Okulu), Sivas-Yıldızeli (Pamukpınar İlköğretmen Okulu), Burdur-Bucak (Karapınar Köyü Ortaokulu) ve Ankara’da (Elmadağ Lisesi, Altındağ Çalışkanlar Ortaokulu, Keçiören Ayvalı Ortaokulu, Altındağ Atıfbey Ortaokulu) öğretmenlik, idarecilik yaptım. En son çalıştığım Atıfbey İlköğretim Okulundan 1995’te emekli oldum.
Yozgat folkloru üzerine uzun yıllar araştırma ve incelemelerde bulundum. Bu çalışmalarımdan bazıları (Yozgat Manilerinde Yergi, Yozgat Atasözlerinden Bir Demet, Yozgat Bilmeceleri…) Türk Folklor Araştırmaları dergisinde yayımlandı. Millî Eğitim Bakanlığının “Öğretmen Yazarlar Dizisi”nde yayımlanan “Günaydın Çocuklar” adlı öğretmenlik şiirleri seçkisi, ilk kitap çalışmam oldu. Daha sonra Yıldırım Yayınlarında yazar ve düzeltmen olarak çalışmaya başladım. Bu arada başka yayınevleriyle de çalıştım. 13’ü ders kitabı, 11’i de yardımcı (kaynak) kitap olmak üzere 24 kitabım yayımlandı. Son kitabım, Sonçağ Yayıncılık tarafından yayımlanan ve düşünce yazılarımı içeren “Düşünsel Yansımalar”dır.
Evli ve üç çocuk babasıyım.
Edebiyat, müzik, fotoğraf, spor ve teknoloi özel ilgi alanlarımdandır.
Yozgat halkı espriden, nükteden hoşlanır. Şakayı hoş görür. Yüreğinde engin bir sevgi taşır. İçten konuşur. Saftır, dürüsttür. En önemli özelliklerinden biri de hazır cevap oluşudur.
Yozgatlının engin hoşgörüsü insanı güldüren güldürürken düşündüren öykücüklere dönüşmüştür. Fıkra dediğimiz bu öykücükler soğuk kış gecelerinin en sıcak anlatımlarıdır.
Burada Yozgat yöresinin kendine özgü fıkralarına yer verilmiştir. Bunların çoğu Yozgat halkının yaşadıklarına dayanır, çok az kısmı ise duyduklarına.
Sayfada yer alan fıkralar belli sayıda kümelere ayrılarak birkaç sayfa olarak sunulmuştur. Böylece okuyucunun dikkatinin dağılması önlenmeye çalışılmıştır. Ayrıca sunulan fıkraların jpeg resim formatında olması da bu ayırmada etkili olmuştur. Bilindiği gibi bir sayfada birden çok resim formatlı nesne bulunması, özellikle bilgisayarı yavaş olanlarda sayfanın açılmasını geciktirmektedir.
Fıkralar abc sırasıyla sunulmuştur. Fıkrada geçen birtakım yerel sözcükler vardır. Bunların anlamları “Yerel Sözcükler” başlıklı menüden bulunabilir. Söz konusu sözcükler yinelemelere yol açmamak için buraya alınmamıştır.
Yozgat’ta anlatılan fıkralar konusunda başvurulan kaynak, Sayın Ertuğrul Kapuzuoğlu’nun 1994 ve 1995 Yozgat Kültür Takvimi olmuştur. Takvimden yapılan alıntılar sizlere olduğu gibi aktarılmıştır. Kaynaktaki verilerin çokluğu nedeniyle fıkralar seçilerek sunulmuştur. Daha bunun gibi çok sayıda fıkranın varlığı kesindir. Bunların tümünü bir internet sitesi ortamında sunmanın zorluğunu takdir edersiniz.
Sayfada yer alan fıkraları bize kazandıran Sayın Ertuğrul Kapusuzoğlu’na ve bu fıkraları ona yollayan Yozgatlılara sonsuz teşekkürler. Yozgat kültürünü tanıtma ve yaşatmada onlara çok şey borçluyuz.
Eeee, artık gülümsemeye hazır mıyız?… O zaman birçok internet sitesinde yayımlanan şu güzel fıkrayla başlayalım gülümsemeye. Sonra da ilgili sayfaları tıklayıp diğerlerini okuyalım:
EKMAANEN YE EKMAANEN
Yozgat’ta bir gün bir kadın yanına çocuğunu da alarak tarlaya çalışmaya gitmiş. Bir zaman sonra çocuk acıkmış. Annesi ona karnını doyurması için süt ile ekmek vermiş. Çocuk bunları yerken sütün kokusuna bir yılan gelmiş. Çocuk, yılanı fark etmiş; ama sesini çıkarmayıp onu izlemiş. Yılan süte uzanıp içmeye başlamış. Bunu gören çocuk öfkelenip elindeki kaşıkla yılanın kafasına vurarak, “Ekmaanen ye, ekmaanen!” demiş.
Yozgat ve yöresi ile ilgili halk arasında yaygın birtakım söylence (efsane)ler vardır. Bu söylencelerin bir kısmı türküler, bir kısmı da tarihsel yapı ve olaylarla ilgilidir. Türkülerle ilgili söylenceler “Türküler” başlıklı menüde verildiği için buraya alınmamıştır.
Yapılan araştırma ve incelemelerde aynı adla anılan söylencelerin farklı biçimlerde anlatıldığı görülmüştür. Burada yaygın biçimde anlatılanlar esas alınmıştır. Bu arada şunu da belirtmek gerekir. Kişilerin anlatımına dayanan bu söylencelerde fazlaca anlatım bozukluğu görülmektedir. Bu nedenle söylenceler söz konusu anlatım bozuklukları giderilerek aktarılmıştır.
ALİ ÇELEBİ VE MAHMUT ÇELEBİ TÜRBELERİ
Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesi Muşali köyünde Ali Çelebi ve Mahmut Çelebi Türbeleri vardır. Bu türbelerle ilgili şunlar anlatılır:
Ali Çelebi ve Mahmut Çelebi Muşali Kalesi’ni düşmanların elinden kurtarmak için kalenin bulunduğu tepenin altında savaşırlarken düşman askerinin biri Mahmut Çelebi’nin kafasını uçurur. Mahmut Çelebi, yere düşen kafasını koltuğunun arasına alarak düşmanla savaşmaya devam eder. Bu durumu gören düşman paniğe kapılarak korkup kaçmaya başlar. Bu arada kadının biri Mahmut Çelebi’nin kafasının koltuğunun altında olduğunu görünce, “ Bakın, adam kellesi koltuğunda sa.aşıyor,” diye bağırır. Bunu Mahmut Çelebi’ de duyar ve durumu fark ettiği anda olduğu yere düşüp şehit olur. Aynı çarpışmada Ali Çelebi de şehit düşer.
Ali Çelebi ve Mahmut Çelebi’nin şehit düştükleri yerlere kubbeleri de bulunan türbeleri yapılır. Fakat ertesi gün sabah bakarlar ki Mahmut Çelebi’nin Türbesi’nin kubbesi yıkılmıştır. Türbenin kubbesini yeniden inşa ederler, fakat ertesi gün yine aynı şekilde kubbesinin yıkılmış olduğu görülür. Kubbe bir kez daha yapılır. Mahmut Çelebi, o gece kubbeyi yeniden yapan ustaların rüyalarına girer ve onlara, “ Benim gövdem üstünde başım yok, siz de türbem üzerine kubbe koymayın.” der. Bu rüya üzerine artık Mahmut Çelebi’nin türbesinin üzerine kubbe yapımından vazgeçilir.
ÇAMLIK
Yozgat’ın en ünlü dinlenme yeri ve ülkemizin ilk Millî Parkı olan Çamlık’la ilgili söylence şöyledir:
Çamlık’a ilk fidanı, Aslı’nın ardından diyar diyar dolaşan Kerem dikmiştir. Yolu Yozgat yöresine düşen Kerem, Aslı’sını sormuş; bulamayınca Çamlık’ın bulunduğu kıraç yamaca bir fidan dikmiş. “Bu çamdan nice çamlar filizlenir, bizi söyler, bizi fısıldar.” deyip yollara düşmüş. O gün bu gündür Çamlık, hafif bir yelde sevda türküleri söyler, içli sevgi ezgileri fısıldar.
ÇAPANOĞLU (BÜYÜK) CAMİSİ CUMADA HIZIR BULUNMASI
Bir gün Çapanoğlu Camisi inşaatına harç karan işçilerden birinin yanına ak sakallı ihtiyar bir adam gelir. İşçiden küreği alır, bir müddet harç karar. Sonra küreği yeniden işçiye vermek ister. İşçi küreği geri almaz ve ihtiyara, “Ben senin kim olduğunu biliyorum. Her sabah namazında bu camide olacağına söz verirsen küreği alırım. Yoksa almıyorum.” der. İhtiyar adam, “Her sabah namazı için söz veremem ama, her kandil ve cuma namazlarında bu camide olacağıma söz veriyorum.” diye karşılık verir. Bunun üzerine işçi, ihtiyardan küreği alır. Ak sakallı, fani görünüşlü Hızır oracıkta kaybolur. Halk, Hızır Aleyhisselam’ın her cuma ve kandil namazlarında Çapanoğlu Camisi’nde olduğuna inanmaktadır.
GELİN KAYASI
Yozgat’taki Nohutlu Tepesi’nin arkasında bulunan Cehrilik yakınlarında deveye binmiş geline benzeyen kayalar bulunmaktadır. Bu kayalara “Gelin Kayası” denir. Söylenceye göre köyün birinden gelin alayı gelmektedir. Eşkıyalar gelin alayını çevirirler. Niyetleri kervandaki gelini alıp esir pazarında satmaktır. Gelin alayının erkekleri eşkıyalarla vuruşurlar ve hayatlarını kaybederler. Eşkıyalar, gelini ve damadı yakalamak üzeredirler. Yakalanacaklarını anlayan gelin ve damat Allah’a dua ederler: “Allah’ım bizi bu eşkıyaların eline düşürme, bizi ya taş et ya kuş et.” Duaları kabul olunur. Güzel gelinle birlikte eşkıyalar, develer ve atlar oracıkta taş olurlar. Damat ise kuş olup gökyüzüne uçuverir. Güzel gelinin ağlarken gözünden döktüğü yaşlar sel olur ve orada kırmızı lalecikler bitmeye başlar. Zamanla bu laleler tüm tepeyi kaplar. Eğrice’de (mayısın ikinci haftasında) Cehrilik laleleri kırmızı kırmızı açar ve beyaz güvercinler gökyüzünde süzülürler. Yozgatlı avcılar, buradaki güvercinlere kesinlikle ateş etmezler.
KEÇİ KALESİ
Yozgat’ın Yerköy ilçesine bağlı Aşağı Eğerci Köyü sınırları içinde Keçi Kalesi denilen bir yer vardır. Bu kalede bir zamanlar yabancılar yaşamaktadırlar. Bunların Şampas Pir adında bir de firavunları bulunmaktadır. Müslümanlar ise Büyük Kızılkale ile Küçük Kızılkale köylerinde yaşamlarını sürdürmektedirler.
Büyük ve Küçük Kızılkale’de yaşayan Müslümanlar, Keçi Kalesi’ni almak için çalışmalar yaparlar. Bir defasında bin kadar keçinin boynuzuna mum takarlar. Bu mumları yakarak keçileri geceleyin kaleye doğru sürerler. Şampas Pir ve askerleri bu durum karşısında şaşkına dönerler. Müslümanlar, bir taraftan keçileri sürerken diğer taraftan kendileri de ateş ederek kaleye doğru ilerlerler. Yüksek olan kaleden ateş eden yabancılar, gece olduğu için hedeflerine isabet ettiremezler. Bu durum karşısında çok korkarlar. Bunun ne olduğuna bir anlam veremezler. Müslümanlar kaleyi alıp Şampas Pir ve askerlerini kaleden atarlar. Kale böylece fethedilir. Bu olayda keçiler kullanıldığı için kaleye “Keçi Kalesi” adı verilir.
KIZLAR KAYASI
Yozgat’ın Çekerek ilçesinden Zile’ye gidilirken Çekerek Irmağı’nın yanında Cenevizler döneminde yapılmış, yüksek ve sivri bir kayanın üzerinden ırmak yönüne doğru ve toprak altında yaklaşık iki yüz merdivenle inilen bir kaya görülür. Söylentiye göre; kayanın doğusundaki yüksek tepeye yerleşenler, bu merdivenleri ırmaktan su almak için yapmışlar. Bir Rum beyinin, bu merdivenleri hasta kızı için yaptırdığı da söylenmektedir.
Bir başka söylentiye göre de keşişin birinin çok güzel bir kızı vardır. İki genç de bu kızlar evlenmek istemektedir. Ancak keşişin, kızını bu gençlerden birine vermek gibi bir niyeti yoktur. Keşiş, gençlerin birinden bu yüksek kayadan girilerek merdivenlerle Çekerek Irmağı’nın karşı tarafına geçilecek bir yol yapmasını ister. Öteki gençten ise ırmağın üzerinden geçmek için bir köprü yapmasını ister. Kim denileni önce yaparsa kızını ona vereceğini söyler. İki genç de kendisinden istenileni yapar. Ancak gençler birbirlerinden haberdar değildirler.
Keşiş, köprüyü yapan gence ötekinin işi daha önce bitirdiğini; kızını ona vereceğini söyler. Bunu duyan genç, kafasına külüngü vurarak kendini öldürür. Keşiş, kayayı oyan gence de ötekinin işi önce bitirmesinden dolayı kızını ona verdiğini söyler. Bunu duyan genç de kendisini yüksek kayalardan aşağı atarak ölür.
KERKENES KALESİ’NİN FETHEDİLMESİ
Yozgat’ın Sorgun ilçesi Şahmuratlı köyünde Kerkenes Harabeleri vardır. Bu harabelerle ilgili birkaç söylence vardır:
Kerkenes Kalesi düşmanların elindedir. Battal Gazi burayı almak ister. Akşam üzeri tüccar kılığında kaleye gelir. Develere sepet yüklemiş, sepetlerin içine askerlerini bindirip üzerlerine de kumaş örtmüştür. Kralın askerleri kumaşları almak isterler. Battal Gazi, “Bugün akşam oldu, yarın satarım.” diye onları geri çevirir. Ortalık iyice kararınca askerlerini sepetlerden çıkararak kaleyi fetheder. Sabah ezanını Kerkenes’teki kalede okur.
KERKENES SÜLÜK GÖLÜ
Battal Gazi Kerkenes Kalesi’ni fethettiği sırada atının bacakları parçalanır ve yara olur. Battal Gazi atından inerek onu serbest bırakır. At yayıla yayıla dolaşırken içinde sülüklerin bulunduğu bir su birikintisine varır. Su içerken ayaklarına yapışan sülükler pis kanı emerler ve atın ayağı iyileşir. Bunun üzerine Battal Gazi, suyun çevresini temizleyerek küçük bir göl hâline getirir. Adını da Sülük Gölü koyar. Tedavisinde sülük kullanılması gereken hastalar buraya gelerek tedavi olurlar ya da buradan tutulan sülükler halk pazarlarında tedavi amaçlı satılır.
ŞAHNA KAYASI
Yozgat-Yerköy yolu üzerinde Başıbüyüklü köy yolunun sağında bir peri bacası vardır. Ona “Şahna Kayası” derler. Şahna Kayası denmesinin nedeni şöyle anlatılır: Hasat zamanı çıkan buğdaydan devletin adına onda bir vergisini toplayan kişiye şahna denirmiş. O zaman “aşar vergisi” varmış. Toplanan vergiye de “öşür” adı verilirmiş. Köylüler, vergi topladığı için Şahna’dan çok korkarlarmış. Hasat mevsiminde şahnayı, atını, bekçilerini yedirirlermiş. Her ev günde bir yemek yaparmış. Köylüler kendi çocuklarına yediremediklerini şahnaya sunarlarmış.
Köylüler yine vergi toplamaya gelen şahnaya yemek yapmak istemişler. Fakat o gün yağmur yağmış, yemek pişirmek için kullandıkları tezekler ıslandığı için yemek yapamamışlar. O gün Çapanoğlu da Başıbüyüklü köyü taraflarında şahiniyle avlanıyormuş. Şahini açıkmış, Çapanoğlu ona bir piliç vermek istemiş. Piliç bulması için bir adamını köye göndermiş. Adam köyde bir eve gelip kadından piliç istemiş. Kadın da adama, “Piliç bulsam şahnaya yediririm” demiş. Bunun üzerine adam durumu Çapanoğluna anlatmış. Çapanoğlu çok şaşırmış, “Şahna da benim yanımda kim oluyor?” deyip kızmış ve şahnayı o peri bacası kayasına astırmış. O kayaya bundan sonra “Şahna Kayası” denmiş.
SARIKAYA KAPLICALARI (KRAL KIZI HAMAMI)
Yozgat’ın Sarıkaya ilçesinde Roma Kral Kızı Hamamı diye bilinen Sarıkaya Kaplıcaları vardır. Bununla ilgili söylence de şudur:
Kayseri’de oturan Roma krallarından birinin kızı amansız bir hastalığa yakalanır. Kral kızını birçok hekime götürür, tedavisi için her şeyi yapar. Ama güzelliği dillere destan bu kızın derdine çare bulunamaz. Kızın hastalığı gün geçtikçe ilerlemekte, kız artık yürüyemez bir durumdadır. Ayakları tutmamaktadır, dizleri küt olmuştur. Bugünkü adıyla kızın hastalığı romatizmadır.
O günlerde Sarıkaya sazlık ve bataklıktır. Sıcak suyun olduğu yerde küçük bir gölet oluşmuştur, balçık durumunda çamurlu bir hamamdır burası. Kral, küçük kızını son çare olarak bu sıcak suyun bulunduğu yere gezsin diye gönderir. Artık ömrünün sayılı günlerini yaşayan zavallı kız; avunmak için bu çamurlu gölet kenarında dolaşmakta, zaman zaman da arkadaşlarıyla çamura girmektedir. İşte gezmek ve avunmak için girdiği çamurlar ve sıcak su kıza iyi gelir. Bir süre burada kalır. Kız iyileşmeye başlar. Küt dizleri açılır; yavaş yavaş adım atmaya, yürümeye başlar. Sonunda tamamen iyileşir. Güzel kızın buradaki sıcak sudan iyi olduğu anlaşılır. Bunun kral, buraya mermerden bir havuz yaptırır, çevresini büyük kesme taşlarla çevirtir. Önceleri kimsenin olmadığı bu havuz çevresinde bir kent oluşur. Bu yeni kente kralın kızının adı verilir. Yetmiş bin nüfuslu bu kentin adı “Öper” ya da “Hoperi”dir. Bu büyük kent bir deprem sonucu yok olur, yalnızca hamamların olduğu yer kalır.
Kerkenez bölgesi kralı, kızını Cumafakılı ile Sorgun civarının kralının oğluna verir. Bunların yıllar sonra bir çocuğu olur. Kerkenez kralı, altından bir beşik yaptırarak torununu görmeye gider. Kısa bir zaman sonra da bu çocuk ölür. Çocuklarının ölümüne dayanamayan anası ile babası, onu altın beşiğiyle birlikte bir tepeye gömerler. Bundan sonra orası “Beşiktepe” olarak anılır.
Ali Yakın
GELİN AĞLATAN KAYALAR
Yukarıyahyalar ile Aşağıyahyalar köyleri arasında “Gelin Ağlatan Kayalar” vardır. Bu kayaların söylencesi şöyledir:
Yörükler yaylaya çıkmak için yola çıkarlar. Kayınbaba ve kaynanasının yanında çocuğunu kucağına alan gelinleri de onu devenin sırtına sararak göçe katılır. “Ağlatan Kayalar”a geldiklerinde devenin sağa sola ırkılmasından dolayı çocuk düşer. Bunu gören gelin, durumu kimseye söylemez. Konak yerine vardıklarında döne döne ağlamaya başlar. Kaynanası, “Niye ağlıyorsun kızım, bir yerin mi ağrıyor?” diye sorar. Gelin, “Çocuk yüksek kayaların oradan geçerken deveden düştü, size söyleyemedim.” der. Bunun üzerine çocuğu aramak için geri dönerler. Gelirler ki çocuk ölmüş. Çocuğun bu durumunu gören annesi aklını yitirir, göçten ayrılır ve ağlayarak çocuğunun çevresinde dolaşır. Bundan dolayı buraya “Gelin Ağlatan Kayalar” denir.
Gazi Doğan
GELİNGÜLLÜ
Gelingüllü köyünün eski adı Deringöllü’dür. Bu köyde güzelliği dillere destan olan, herkesin sevdiği Güllü adında bir kız yaşar. Güllü, 18-20yaşlarında evlenir. Köy kadınları çamaşırlarını Deringöl’de yıkarlar. Güllü de çamaşır yıkamak için Deringöl’e gider. Çamaşırlarını yıkarken ayağı kayar, göle düşüp boğulur. Onun ölümü bütün köyü yasa boğar. O günden sonra köyün adını Gelingüllü olarak değiştirirler.
Raşit İçöz
YARIKKAYA
Çavuş köyünde yakışıklı bir delikanlı ile ağanın da iki güzel kızı vardır. Kızların ikisi de bu delikanlıyı sever. Dekikanlı ise gönlünü küçük kıza kaptırır. Aralarında anlaşıp kaçarlar. Büyük kız hemen babasına haber verir. Babası atlılarıyla birlikte bunların peşine düşerler. Atlılar yaklaşınca sevgililer Allah’a dua ederler: “Yüce Allah’ım, iki âşığın duasını kabul eyle, şu kaya yarılsın da içine girelim.” derler. O anda kaya yarılır ve iki âşık, kayanın içinde kaybolur. O günden sonra bu kayaya “Yarıkkaya” adını verirler.
Ahmet Yalçıntaş
Alıntı:Zekeriya Karadavut’un “Yozgat Efsaneleri” adlı incelemesi.
Not:Masalı aktaran kişiyle ilgili bilgiler yazının yayımlandığı döneme ilişkindir.
PADİŞAH VE ÜÇ OĞLU
Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde bir padişah yaşarmış. Padişahın da üç oğlu varmış. Padişahın bahçesinde bir de elma ağacı bulunuyormuş. Bu ağacın bir gücü varmış. Bunun bir elması olur ve bu elmayı yiyen hiç ölmezmiş. Fakat her yıl elma olgunlaşınca bir dev gelip elmayı yermiş.
Günlerden bir gün padişah, ─ Oğullarım, sıra ile nöbet tutacaksınız ve o devi yakalayacaksınız, demiş.
Elma kızarıp olgunlaşmaya başladığı sırada önce en büyük oğlu nöbet tutmaya gidecekmiş. Oğlan okunu ve yayını alıp beklemeye başlamış, fakat gecenin ortalarına doğru uyuyuvermiş. Dev de gelip elmayı yemiş. Sabahleyin geldiklerinde elmanın yok, en büyük oğlanında uyumuş olduğunu, görmüşler.
Aradan bir yıl geçmiş. Elma yine kızarıp yenecek hâle gelmiş: Sıra ortanca oğlandaymş. O da silahlanıp bahçeye girmiş. Fakat gece yansı olunca ağabeyi gibi uyumuş. Dev yine gelip elmayı yemiş. Ortanca oğlan da devi yakalayamamış. Son ümut en küçük oğlandaymış.
Aradan yine bir yıl geçip elma kızardığı zaman en küçük oğlan da silahlanıp bahçeye gitmiş. Fakat küçük oğlan çok akıllı olduğu için bir parmağını kesmiş ve bunun acısından sabaha kadar uyuyamamış. Gece yarısı olunca dev gelmiş, elmayı alıp gitmiş. Küçük oğlan da onu izlemiş. Dev bir kuyudan inine girmiş. Oğlan, sabah olunca doğrudan babasının sarayına koşmuş. Olan biteni ona anlatmış. Sonra babasına, ─ Babacığım, ben ağabeylerimle o ine gideceğim ve o devi öldüreceğim, demiş.
Küçük oğlan ve ağabeyleri bir de urgan alarak devin inine doğru yola koyulmuşlar. Devin inine gelince en büyük oğlan, ─ Aşağıya ben ineceğim. Beni yandım, deyince çekin demiş. Beline ip bağlayıp kuyuya inmiş, ama iki üç metre inmeden,
─ Yandım, diye bağırmış. Onu hemen yukarı çekmişler.
Sıra ortanca oğlandaymış.
─ O da beline ip bağlayıp kuyuya inmiş. Daha dört beş metre inmeden,
─ Yandım, diye bağırmış. Onu da yukarı çekmişler.
Küçük oğlan, ─ Ben, yandım dedikçe aşağıya indireceksiniz, demiş.
Küçük oğlan da beline ip bağlayıp kuyuya inmiş. Oğlan,
─ Yandım dedikçe indirmişler. Oğlan en sonunda aşağıya inmiş. Orada birkaç kapı varmış. Kapıyı açmış. Dev uyuyor ve köşede de birbirinden güzel üç kız oturuyormuş. Önce devin boynuna okkalıca bir kılıç indirip kafasını gövdesinden ayırmış. Bunu gören kızlar çok sevinmişler. Küçük oğlan, sonra kızları alarak kuyunun dibine gelmiş. En büyük kızın beline ipi bağlayarak en büyük ağabeyine, ─ Ağabey bu senin diye, bağırmış. Ortancalı kızı alarak onu da küçük
ağabeysine göndermiş. Küçük kız da kendi şansınaymış. Fakat bu öbür kızlardan daha güzelmiş.
Kız,
─ Ağabeylerin seni yukarı çıkarmazlar, demiş ve elindeki yüzüğü, saçından da iki tane tel kopararak oğlana vermiş. Sözünü sürdürerek,
─ Eğer ağabeylerin seni yukarı çıkarmazlarsa bunları birbirine sürt. O zaman iki koç gelecek. Bunlardan biri beyaz, diğeri kara olacak. Beyaz koça binersen aydınlık dünyaya, kara koça binersen karanlık dünyaya gidersin, demiş. Sonra o da yukarı çıkmış.
Gerçekten ağabeyleri küçük kardeşlerini aşağıda bırakmışlar. Oğlan düşünürken birden kızın vermiş olduğu yüzük ile saç teli aklına gelmiş. Bunları birbirine sürmüş. Hemen iki koç gelmiş. Bunlardan biri beyaz, diğeri karaymış.
Oğlan, beyaz koça atlayacağı yerde yanlışlıkla kara koça atlamış. Koç bunu alarak karanlık dünyaya, bir ağacın dibine götürmüş.
Oğlan ağacın dibinde yatarken aniden bir yılan görmüş. Bu yukarıda bulunan kuş yuvasına doğru çıkmaya çalışıyormuş. Küçük oğlan, yılanı kılıcıyla öldürmüş. Bu sırada kuşların annesi gelmiş ve ona çok teşekkür etmiş. Çünkü her yıl o yılan gelip yeni çıkan kuş yavrularını yermiş.
Kuş, ─ Dile benden ne dilersen, demiş.
Oğlan da,
─ Beni karanlık dünyadan aydınlık dünyaya götür, başka bir şey istemem, demiş.
Kuş biraz et ile su alarak oğlana, ─ Bana lak dedikçe su, lık dedikçe et vereceksin, demiş. Oğlanı sırtına alarak ona gözlerini hiç açmamasını öğütlemiş. Fakat aydınlık dünyaya çıkmaya az kalınca et bitmiş. O zaman oğlan bacağından biraz et kopararak kuşa vermiş. Kuş bunu fark edip oğlanın etini dilinin altına koymuş. Bir süre sonra aydınlık dünyayı çıkmışlar. Kuş dilinin altından eti çıkarıp oğlanın bacağına yapıştırmış ve oradan ayrılmış.
Oğlan, biraz yürüdükten sonra bir çobana rastlamış; ona, kendisine bir koyun satmasını söylemis. Çoban da bunu kabul etmiş. Oğlan, koyunu kesmiş. Çobanla birlikte onu yemişler. Sonra oğlan, koyunun derisini başına geçirip keloğlan olmuş. Bir kente gitmiş. Orada bir altıncının yanına çırak olarak girmiş.
Aradan uzun zaman geçmiş. Bir gün o kentin padişahının kızına talip kuşu uçurulmuş. Kuş kimin başına konarsa kız onunla evlenecekmiş. Bunu duyan herkes o meydana akın etmeye başlamış. Bu sırada keloğlan da ustasına,
─ Ben de gideyim mi, demiş.
Ustası,
─ Git keloğlan. Koca talih kuşu şaşıp da senin başına mı konacak, demiş.
Keloğlan yine ısrar etmeye başlamış. Usta da,
─ Gönlün kalmasın, haydi git, demiş.
Keloğlan buna çok sevinmiş ve hemen yola koyulmuş. Meydana geldiği sırada dünyanın kalabalığını görmüş, iğne atsan yere düşmezmiş. Keloğlan da kendine bir yer bulmuş. Sonunda talih kuşu uçurulmuş. Dolanmış, dolanmış; en sonunda gelip keloğlanın başına konmuş. Fakat hiç padişahın kızı bir keloğlana verilir miymiş? Hiç kimse bunu kabul etmemiş. Talih kuşu bir kez daha uçurulmuş. Yine dolaşmış, dolaşmış; keloğlanın başına konmuş. Bunu da saymamışlar. Kuş son kez uçurulmuş. Artık kimin başına konarsa konsun sayılacakmış. Kuş dönmüş, dolaşmış yine keloğlanın başına konmuş.
Keloğlan padişahın kızıyla evlenmiş. Bu kız, keloğlanın kuyudan çıkardığı kızmış. Keloğlan, başındaki koyun derisini çıkarıp kendini tanıtmış. Birlikte mutlu bir hayat yaşamışlar.
Gökten üç elma düşmüş. Biri anlatana, ikisi de dinleyenlere…
Hasan, Yozgat’ın Sarakaya ilçesine bağlı Karayakup* köyünden bir delikanlı. Daha bıyıkları terlememiş. Kendisi gibi gencecik arkadaşları ile birlikte yayan yapıldak yürüyerek Yozgat’tan çıkıp ta Çanakkale’ye ulaşmış. Burada 64. Piyade Alayı, 1. Tabur, 2. Bölük’e katılıp çakı gibi bir Mehmetçik olmuş.
İkinci bölüğün komutanı Yüzbaşı Sırrı Bey, askerlerini savaşa hazırlamak için onların eğitimlerinden boş kalan dinlenme anlarında onlarla tanışıp konuşmaya başlardı. Böyle bir vakitte Yozgatlı Hasan’la da tanıştı. Hasan’ın başındaki kına dikkatini çekti. Cepheye gelen askerlerin sağ ellerinde, sağ elinin üç parmağında ya da sağ ayağının parmaklarında kına görmeye alışıktı; ama baştaki kınayı ilk kez görüyordu. Bunun anlamını sorduğunda Hasan utandı, üzüldü ve dedi ki:
─ Komutanım, buraya geleceğim zaman anam yaktı bu kınayı. Ben de niye diye sormadım.
Sırrı Bey:
─ Öyleyse bir mektup yaz da sor bakalım, biz de öğrenmiş olalım.
Hasan:
─ Ben yazı yazmasını bilmem ki komutanım.
Sırrı Bey:
─ Öyleyse sen söyle bölük yazıcısı yazsın köyüne, bakalım ne cevap gelecek?
Hasan:
─ Baş üstüne komutanım!
Bir dinlenme anında bölük yazıcısı, Hasan’ın yanına gelir. Hasan söyler, o yazar. Selam kelamdan sonra Hasan, bulunduğu yerin güzelliğinden, çiçeklerin kokusundan, arkadaşlarının dostluğundan, komutanının tatlı dilinden söz ettikten sonra konuyu kınaya getirir. “Anacığım, kumandanım saçımdaki kınayı sordu, bilemedim. Arkadaşlarımın arasında mahçup oldum. Kardeşlerimi askere gönderirken sakın onların saçlarını kınalama. Onlar benim gibi mahçup olmasınlar. Kınanın bir anlamı varsa bildir de kumandanıma söyleyeyim.”
Mektup Yozgat yollarına çıkar. Cevap gelir mi gelmez mi, anasına ulaşsa okur mu, okutur mu belli değil. Ancak Çanakkale’de sırtlan gibi saldıran düşmana karşı koymak gerektiği için ihtiyat kuvvetlerinin fazla bekleyecek zamanı yoktur. 2. Bölük de savaşın en çetin alanlarında görev yapar. Bu öyle bir savaştır ki dünyada eşi benzeri olmayan bir vahşet yaşanmaktadır. Anadolu’nun kınalı koç yiğitleri, ellerindeki kıt olanaklarla adeta etten bir duvar örüp düşmana geçit vermeden namusları için, vatanları için vuruşmaya başlamışlardır. Bu ateş cehenneminde nice kınalı koç yiğitlerimiz, körpecik delikanlılarımız şehit olmakta, Avrupalının kan içen canavar makineleri, gemileri, topları Gelibolu’yu bir kan gölüne çevirmektedir.
Aradan iki ay geçmiştir. Bir gün Yüzbaşı Sırrı Bey’in bölük karargâhına birkaç mektup ulaşmıştır. Yozgat’ın Sarıkaya İlçesi Kara Yakuplar köyünün köy kâtibi, mektubu Hasan’ın anasına ulaştırmış ve anasının söylediklerini de yazıp cepheye yollamış. Mektup da anası şunları yazmış:
“Yavrum, Hasanım, Kınalı Kuzum,
Mektubun geldi, sanki dünyalar benim oldu. Köy kâtibi okudu, ben ağladım. Kumandanını pek sevmişsin, ne güzel! O senin babanın yarısıdır. Sakın ola yavrum, kumandanının emrinden çıkma, önünden aykırı geçme! Ateşe bas dese basasın yavrum. Kars’tan, Siirt’ten, Adana’dan, Uşak’tan arkadaşların olmuş. Birbirinizi çok sevip iyi geçinirmişsiniz. Elbette öylesi yakışır yavrum. Onlar senin dünya ahret gerçek kardeşlerindir. Sakın onları incitme yavrum! Yoksa sütümü sana helal etmem.
Kumandanın saçındaki kınayı sormuş. Bunda bilmeyecek ne varmış ki yavrum? Bizim burada Allah için kurban seçilen koçların başını kına ile süslerler. Ben de dört kardeşin içerisinde en çok seni sevdiğim için Hz. İsmail’e kardeş seçtim. O da kurban edilmek istendiğinde kınalanmamış mıydı? Yavrum, kıyamet günü mahşer yerinde o kına senin işaretin olacak; o kalabalıkta seni kolayca bulacağım. ‘Aha işte benim kınalı kuzum da burada!’ deyip seni bağrına basacağım.
Anan Hatçe”
Sırrı Bey, iki gözü iki çeşme mektubu okur. Sonra posta erini çağırır.
─ Şu Yozgatlı Kınalı Hasan’ı bulun bakalım. Mektubunu ona ben okuyacağım, onun okuması yoktu.
Çok geçmez posta eri geri döner.
─ Kumandanım, Hasan bir hafta önce Arıburnu’ndaki şiddetli çarpışmada Hakk’a yürümüş.
Sırrı Bey, orada gözyaşları içinde yana yakıla bağırmaya başlar.
─ Bilmeliydim, bilmeliydim!.. Kurbanların kınalı olması gerek. Bu yiğitlerin hepsi de kınalı… Vatana kurban seçilip gönderildiler. Bunların hepsi de kınalı kuzu, hepsi de Hasan gibi… Bilmeliydim, bilmeliydim!..
Musabeyli Boğazı da tüm Yozgat köyleri gibi nice kahramanlar yetiştirmiştir. Bunlardan biri de Üsteğmen Mustafa Şefik Bey’dir. Mısır’da, Yemen’de savaştıktan sonra Yozgat’a gelen Mustafa Şefik, geldiği gün Çerkez Ethem’in, kardeşini saat kulesinin dibinde asmış olduğunu görür. Lanet eder kadere, “Hele bir köyüne git.” diyenlere, “Düşman Eskişehir’e geldi, şimdi köyün sırası mı?” diyerek cepheye koşar.
Savaş bütün hızıyla sürerken Mustafa Şefik Bey Bursa dolayındadır. Düşmanla burun burunadır. İstihbarattan, işgal altındaki Türk köyünde Yunan subaylarının Türk kadınlarını toplayarak âlem yaptıkları haberi gelir. Yozgat’ın yiğit evladı, on kişilik mangasıyla düşman içlerine sızar. Olay doğrudur. Türk askerleri binaya yaklaşırlar. Yunanlılar Türk askerinin buralara gelebileceğini tahmin edememektedirl.
Üsteğmen Mustafa Şefik Bey, askerlerindeki tüm bombaları üzerine alır, onlardan geride kendisini korumalarını ister. Bir çırpıda üstündeki tüm bombaları âlem yapılan salona atar. Ortalık karışır. İçerisi mezbahaya döner. Fakat dışarıdaki gizli tek nöbetçinin tek kurşunu ile Mustafa Şefik Bey şehit olur. Mangası savaşarak geri çekilmek zorunda kalır. Çünkü Mustafa Şefiek Bey’den o talimatı almışlardır.
Ertesi gün, onca Yunan subayının arasında tek Türk’ün cesedi, Yunan genel kurmayını şaşırtır.
Mustafa reşit beyin aziz naaşı, şehit edildiği Bursa-İnegöl’ün Acıelma köyünden Aksu köyüne getirilerek defnedilir. Defnedildiği yer, bugün çevre halkının ziyaret ettiği bir türbe gibidir. Aksu köylüleri, genelkurmayın isteğine rağmen şehidimizi vermemişlerdir.
Şehit üsteğmenimizin mezar kitabesi şöyledir:
Zafer idi en büyük derdim,
Vatanım için canımı verdim.
Şehit Üsteğmen Yozgatlı Mustafa Şefik ruhuna Fatiha.
Ölüm tarihi: 1922
Alıntı: 1995 Yozgat Kültür Takvimi (Aktaran: Mustafa Şefik Bey’in adını alan, kardeşinin oğlu merhum Mustafa Şefik)
ÇAPANOĞLU’NU KİM DİNLER
Başlık parasının çokluğundan mıdır yoksa öyle bir salgın mı olmuştur, bir ara kız kaçırma olayları öylesine artmıştır ki Çapanoğlu kız kaçırmayı yasaklayan bir ferman yayımlamak zorunda kalmış. Ferman üzerine kız kaçırma olayları cirp diye kesmiş. Aradan bir zaman geçmiş ki o da ne, Akdağ’dan gelen gencin birisi kızı alıp kaçırmış.
Çapanoğlu küplere binmiş, yakalanıp huzuruna getirilen gence hışımla sormuş:
─ Bre melun, bre madrabaz, bre haddini bilmez! Sen benim kız kaçırmayı yasak eden fermanımı ruşmamış mısın ki?..
Bizim Akdağlı; toprağının, yetişmiş olduğu yörenin asaleti ve mertliğiyle cevap verir:
─ Duymaz olur muyum beyim? Hem duymuş hem de bilmişimdir.
─ Bak hele, hem suçlu hem de güçlü. Ya, peki bile bile benim emrime nasıl karşı gelirsin, koca Çapanoğlu’nu nasıl dinlemezsin?…
─ Aman beyim, beyimizin emrine karşı gelmek haddimiz değildir, aklımızdan bile geçmez. Ancak, sevdiğim kızı ne babam alırım, der ne kızın babası verimkâr olur. Bana da kaçırmaktan başka yol kalmaz.
─ Hele hele, peki ya benim fermanım?…
Genç dayanamaz:
─ Geç beyim geç. Siz ferman çıkarırken düşünmez misiniz ki Akdağ’da kalkan yürek, Yozgat’taki Çapanoğlu’nu dinlemez.
Çapanoğlunun bu usturuplu cevap karşısında o genci affetmekten başka yapacağı bir şey yoktur. O da o şekilde yapar.
Alıntı: 1995 Yozgat Kültür Takvimi
ALTINLARI SATARIM, CAMIZA DA BAKARIM
Bir kış günüydü. Yüsemin’in Yapri’yle Yumucuk’un kara camızı vuruşturmaya karar verdiler. Zaten kış gününün en büyük eğlencelerinden biri de camız vuruşturmaydı.
Camızlar bizim bahçenin altındaki yoncalığa indirildi. Çevresini erkekler aldı. Kadınlar da damın başında toplanıp seyrediyorlardı.
Yumucuk’un kara camız güçlü, fakat zabın (zayıf)dı. Yusemin’in Yapri tavlı, ama çelimsizdi. Yusemin’in kara camız da zorluydu emme, tabak (şap) hastalığına yakalanmıştı, tırnakları yeniden sürdüğünden vuruşamazdı. Onu değirmene sokarak kilitlediler. Yoksa şakırtıyı duyunca yerinde zaptetmek zordu.
Camızlar vuruşmaya başladı.Yapri tavlı olduğundan kara camızı kürüttürüyo, habire kafa sallıyo, kara camıza küt küt vuruyordu. Kara camızın ayakları geri geri giderken yoncalığı yarıyordu. Kara camızın kaçması an meselesiydi. Köylü, Yumucuk’un karısı Fitnet’e bağırıyordu: “Fitnet; altınları sat da camıza bah, camıza bah!..”
Vuruşma uzun sürdü, kara camız direndi. Yapri tavlı olduğundan şişti, artık vuruşamaz hâle geldi. O zaman da kara camız açıldı, Yapri’yi sürmeye başladı, en sonunda önüne katıp kovmaya başladı. Fırsat damda dut yemiş bülbül gibi susan Fitnet’e geldi. Altınları sallayarak bağırıyordu: “Altınları satarım, camıza da bakarım. Altınları satarım, camıza da bakarım!..
Yılmaz Göksoy
Alıntı: Millî Folklor Dergisi, Cilt 3, Sayı 22, Yıl 1994, Sayfa 58.
YOZGATLI AT HÜSNE’NİN ÖYKÜSÜ
Yozgat’ta bir zamanlar “at” lakaplı bir Hüsne kadın varmış. Kocasını genç yaşta kaybettiğinden gelinlik çağda bir kızı ve 10 yaşlarında bir oğluyla kıt kanaat yaşayan bir dulmuş. At Hüsne hem çok cesur hem de çok kavgacı ve geçimsiz biriymiş. Bir keresinde şehir dışına kadar elinde silahla bir eşkıyayı kovaladığı söylenmiş; ama kavgacı kişiliğinden dolayı da mahalleli kendisinden yılmış, illallah etmiş. “Nasıl etsek de şu kadından kurtulsak!..” diye düşünüp dururlarmış.
Bir gün mahalleden birkaç kişi kendisini ziyaret edip aracı olduklarını söyleyerek, “Gözün aydın, başına devlet kuşu kondu” demişler. “Şehrimize kervanıyla zengin bir tüccar geldi. Bu tüccarın yanında kendisi gibi yakışıklı bir de oğlu var, senin kızını görüp beğenmiş, Kabul edersen seni kendine, kızını da oğluna almak istiyor. Çok da iyi olur, oğluna da babalık eder.” demişler. At Hüsne kendi hâlini ve çocukların istikbalini düşünüp bu teklifi kabul etmiş. Tüccarın işi çok aceleymiş. âdet olduğu üzere At Hüsne ve kızının nikâhları vekilleri aracılığı ile yani evlenecekleri kişileri kendileri görmeden kıyılmış. Zaten nikâh kıymanın usulü o dönemde böyleymiş. Nikâhtan sonra da hemen yola çıkılmış.
Yola çıkar çıkmaz At Hüsne durumu kavramış, ancak elinden bir şey gelmemiş. Bir Çingene topluluğuna katılmış gidiyorlarmış. Çingene beyi de artık kocası. Kaçmak imkânsız. Her an gözaltındalar. Hayat zor. Durmadan yer değiştiriyorlarmış. Oğluyla kendinin karınlarını doyurmaları ancak hırsızlık yaptıkları zaman mümkün oluyormuş. Başlangıçta çingene beyinin karılarının hazırladığı sofraya yanaşmaya çalışırlarsa da,, kadınlar, “Evimin üstüne gelme” diye çığrışıp onları kovarlarmış. Bu kadınlar konakladıkları yerlerde köy evlerine yaklaşır, bir tavuğu yakalar yakalamaz boynunu kırar, eteklerinin altına saklarlarmış.
At Hüsne, bir gün bir fırsatını bulup çocuklarıyla beraber kaçmışsa da hemen yakanlanmışlar. Çingene beyi kızarak, “Sen istiyorsan sümüklü oğlunu al defol git. Ama gelinimi kaçırmaya kalkarsan bir avuç kanını içerim, bilmiş ol.” demiş. Bundan sonra At Hüsne, hiç de tabiatına uymadığı hâlde uysal davranmaya çalışmış. Zamanla çingene beyi de At Hüsne’ye güvenmeye başlamış.
Çorum’un ilçesi İskilip civarında konakladıkları sırada At Hüsne yalancıktan oğlunu dövmeye başlamış. Oğlan da avazı çıktığı kadar bağırarak ağlamış. Çingene beyi durumu anlamaya çalışmış. At Hüsne, “Oğlum, kasabaya inip gezeceğim; sıkıldım diyor.” demiş. Bey de, “Bırak gitsin” demiş. At Hüsne de oğluna, “Güneş batmadan dönmüş ol, ha!” diye bağırarak tembih etmiş.
Çocuk, söz verdiği gibi zamanında dönmüş, ama yanında jandarmalarla birlikte. At Hüsne ve çocukları kurtulmuş. Akıllı At Hüsne, o sırada Çapanoğlu Edip Bey’in İskilip kaymakamı olduğunu öğrenince bu düzeni kurmuş ve çocuğu kaymakama göndererek durumlarından haberdar etmiş ve kurtulmalarını sağlamış.
A. Kadir Çapanoğlu
Anlatan:Emine Huriye Çapanoğlu’ndan naklen Prof. Mehlika Filiz Ulusoy
SEYYAH
Vakti zamanında Yozgat’a yolu düşen hem bekâr hem de çirkin bir seyyah, uzun bir süre Yozgat’ta kalmış. Akşamları kahvehanede buluştuğu delikanlılara, dolaştığı şehirleri ve orada yaptığı hovardalıkları anlatırmış. “Şöyle uçtum, böyle kaçtım.” diye ballandıra ballandıra anlattığı maceralarına Yozgat delikanlıları pek inanmazlarmış, ama bedava çay-kahve hatırına inanmış görünürlermiş. Seyyah; maceralarını anlatırken de artık uslandığını, helal süt emmiş biraz da varlıklı bir hanımla evlenmek isteğini tekrarlamaktan geri kalmaz; kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla hesabı, “Belki de kısmet buradadır.” dermiş. Delikanlılar adamın bu isteğini evlerde konu edince bu işten çıkar sağlamak isteyen birisi önce kahvehanede adamla tanışmış. Ahbaplığı ilerlettikten ve adamın güvenini kazandıktan sonra ona bir resim göstererek eğer beğenirse aracı olabileceğini söylemiş.
Resimdeki kızı çok beğenen adam hemen talip olmuş. Aracı, yapacağı hizmete bir karşılık beklemediğini; ama âdet olduğu üzere kız tarafına başlık parası verilmesi gerektiğini söyleyerek adamdan bin lira isteyip parayı almış.
Sair masraflar yapılıp gerekli hediyeler ve takılar da alındıktan ve imamın karşında nikâhı kıyıldıktan sonra güzel bir düğün ile dünya evine giren adam, gelinin duvağını açınca neye uğradığını şaşırmış. Daha sonra başından geçenleri arkadaşına yazdığı mektupta şöyle anlatmış:
Dediler; seyyahım,
Gitme ileri,
Burada kal,
Sana alalım bir ebru hilali.
Yaşı on beş
Benleri yıldız,
Ve dahi bekâr-ı kız.
Ahu bakışlı,
Eli nakışlı,
Keklik sekişli,
Bir resmi methettiler.
Ben de inandım,
Yandım tutuştum,
Âteşe düştüm.
Verdim binliği,
Yaptım nikâhı,
Açtım duvağı.
Gördüm ki bir cazı,
Asla yok hazı,
Yamuk ayaklı,
Burnu çomaklı.
Arsız ve nursuz,
Kaşlarının rastığı,
Hep boyamış yastığı.
Bir de naz eder,
Kendini bir kız eder.
Binden de geçtim,
Evinden kaçtım.
Sonunda ne mi olmuş? Geceyi yine kaldığı otelde geçiren hovarda seyyah, ertesi günü büyük bir hırsla, aracı olan kişiyi bulmuş. Kadının çirkinliğinden bahsederek ödediği başlık parasını ve verdiği hediyeleri kızın ailesinden geri almasını istemiş. Aracı da pişkin pişkin cevap vermiş: “Gözel olsaydı gendimize alırdık, niye sana verek?”
Henüz “Atatürk” soyadını almamış olan Gazi Mustafa Kemal, 15 Ekim 1924 gecesi Yozgat’a gelir. Geceyi, eşi Latife Hanım ile birlikte şimdi “Sakarya Anaokulu” olarak hizmet veren Miralay Şerif Bey Konağı’nda geçirir. Ertesi sabah, Hükûmet Konağı’nda öğretmenlerle ve diğer memurlarla bir toplantı yapar.
Toplantıda Atatürk’e, Yozgat’ın 400 kilometreye varan yollarının baştan başa onarıma muhtaç bir durumda olduğu, yeniden 100 kilometre yol yapılması gerektiği aktarılır.
Yozgat’ta “sükûn ve asayiş” yerindedir. Vakıflara ait emlakın yenilenmesi ve onarımına girişilmiştir. Göçmenlerin durumu nispeten iyidir, ama ilçelerin hiçbirisinde doktor yoktur ve koskoca “Yozgat Hastanesi”nde doktor olarak yalnızca bir operatör bulunmaktadır. Halk, Mustafa Kemal’den doktor istemektedir.
Mustafa Kemal, yanındaki milletvekillerine dönerek, “İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerdeki doktorları bütün milletin hayatı ve sağlığı ile ilgilendirmek çarelerini bulmalıyız. Bu böyle olmaz!” der.
BİLMEMİZ GEREKEN BİZİM GELDİĞİMİZ YOLDUR
“Yol” konusu, Mustafa Kemal’in 3 Şubat 1934’te Yozgat’a yaptığı ikinci ziyarette de gündeme gelir.
O yıl şiddetli bir kış yaşanmaktadır. Mustafa Kemal, illerin durumunu görmek ve incelemek üzere yine yola koyulmuştur. Çamura bata çıka ilerleyen arabası bir ara çamura saplanınca, kendisi de inip arabayı itmek zorunda kalır. Bin bir güçlükle Kırşehir’e ulaşılır.
Şehrin girişinde Vali Bey, frak diye tabir edilen kıyafeti giyinmiş ve silindir şapkasını takmış bir durumda Atatürk’ü karşılar.
Mustafa Kemal, “Vali Bey, bu kıyafet nereden icap etti?” diye sorar. Vali, resmî karşılamalar genellikle bu biçimde yapılır anlamında, “Efendim, yol ve erkan…” diye söze başlayacak olur, ancak Mustafa Kemal sözünü keser: “Bilmek lâzım olan bu yol değil, bizim geldiğimiz yoldur.” diyerek, Kırşehir yollarının bozukluğunu ima eder.
Mustafa Kemal, Kırşehir’den Yozgat’a gelirken daha il sınırında Vali Bekir Sami, onu kamyon ve yol açma ekipleriyle karşılayınca, Mustafa Kemal, memnuniyet ve takdirini şöyle dile getirir: “İşte, yol bilen vali böyle olur…”
Mustafa Kemal, Yozgat Valisi Bekir Sami Bey’e “Baran” soyadını da bu ziyaretinde verir…
Kavurgalı, Yozgat-Sorgun yolunun on üçüncü kilometresinde şirin bir köyümüz. Kavurgalı da eli silah tutanların arasından Karafakılar’ın civan Süleyman’ı göndermiş vatan için. Civan Süleyman; burnunun dibindeki Yozgat’ı görmeden Muşları, Yemernleri görmüş. Yaralanmış, dönmüş, Millî Mücadele’ye girmiş.
Atatürk ve İstem Paşa orduyu teftiş ediyorlar. Mangaltepe mutlaka kurtarılmalı Yunan işgalinden. Gönüllü istenir. Bozok’un üç yiğidi üç adım öne çıkar. Üç yüz gönüllüyle Mangaltepe’yi alacağını söyler. Üç yüz gönüllü, üç yüz Süleyman, üç yüz iman dolu kurşun…
Süleyman’ın Bozok’tan doldurduğu nefesinin ateşi kül eder Yunan’ı, Mangaltepe’yi yakar. Düşman gafil avlanmış, akşama doğru Mangaltepe’nin tepesinde, Yozgatlı Sülaymanın çelik bileklerinde şanlı Türk bayrağı dalgalanıyor.
İsmet Paşa çok duygulanmıştır.. Öper yiğidimizi. O an üzerinde olan altın köstekli saatini Süleyman’a şeref madalyası niyetine verir.
Savaş biter. Döner gazimiz Süleyman Kavurgalı’ya. Memleket perişan, tabii Süleyman da perişan. Bağa, bahçeye, tarlaya günlüğe giderek geçimini sağlamaya çalışmaktadır. Bu arada İsmet Paşa’nın hediye ettiği altın saati de bağda uyurken çaldırmıştır.
Süleyman’ın durumu İsmet Paşa’ya bildirilir. İsmet Paşa çağırtır Mangaltepe’nin kahramanını yanına. Onu Samsun’a su işleri müdürü olarak atar.
İhsan Yüzbaşıoğlu
Alıntı: 1995 Yozgat Kültür Takvimi
DİĞER ANILAR
ANILAR
Eski büyükler anlatırlardı: Çapanoğlu beylerinden birisinin hanımı, beğenip satın aldığı pahalı bir kumaştan kendine bir elbise diktirir. Ailenin hizmetkârlardan birinin hanımı da elbiseye, daha doğrusu elbisenin kumaşına hayran olur. Aklı kumaşın güzelliğine takılır kalır. Ne yapar eder, kocasını razı eder; o da aynı kumaştan alıp kendine bir elbise diker. Bir düğünde de büyük bir hevesle giyer. Kadıncağızı düğünde görüp de çekemeyen birisi bunu hemen beyin hanımına yetiştirir. Hanım hem üzülür hem de, “Böyle pahalı bir kumaşı nasıl aldı?” acaba diye meraklanarak beyine konuyu açar. Bey hemen hizmetkârını çağırıp, “Evladım bu ne hâldir? Karına benim karımın aldığı kumaşın .aynısından almışsın, o da dikinip giyinmiş. Senin kazancın ne ki de karına böyle bir kumaştan elbise alabiliyorsun? ”diye sorar. Adamcağız ezilip büzülerek şöyle der: “ Beyim, çok affedersin; kazancımız malumunuzdur. Ama benim hanım, hanımımın üzerindeki elbiseyi görünce çok beğenmiş. Tutturdu, “İlle ben de o kumaştan bayramlık bir elbise dikinmek istiyorum.” diye. Ben de dayanamadım, elde avuçta ne varsa verdim çaresiz. Ne yapayım?” der. Adamın verdiği cevap beyin yüreğine hançer gibi saplanır, bey çok üzülür. Eve gidince hanımına, “Bana şu yeni diktirdiğin elbiseyi getir bakayım.” der. Hanımı elbiseyi getirince de götürüp tandırda yakar. Üzüntü ve şaşkınlık içindeki eşine de, “Yahu, biz fakir fukaraya kötü örnek oluyormuşuz da farkında değilmişiz.” diyerek gönlünü alır.
Abdülkadir Çapanoğlu
Alıntı:Yozgat gazetesi 26.05.2012
İLK BAŞKANLIK
Köy Enstitüsü’nde derslerimiz çok ağır ve yoğundu. Günde 8 saat ders yapardık. Sabahın ilk ışıklarıyla yatakhaneden kalkar sınıflara etüt, yani mütalaa yapmaya giderdik. Mütalaadan sonra kampana çalınca spor sahasına geçip spor yapar, daha sonra da yemekhaneye geçip sabah kahvaltımızı ederdik. Kahvaltıdan sonra okulun önünde içtima (toplanma) yapılır, yoklama alınır ve ant söylenirdi. Bu neşe ve zindelik içinde saat sekizde derslere girilirdi. Derslerin süresi 50 dakika idi. Bu programları bir öğrenci başkanı ve eğitim kolları yönetirdi. Ayrıca disiplin kurulumuz vardı. Bu kurul dersleri iyi, çalışkan dördüncü ve beşinci sınıflar arasından seçilirdi. Her kurul için iki aday olurdu. Seçimler hafta sonunda bayrak töreni sırasında yapılırdı. Bu seçim her hafta yinelenirdi. Seçilebilmek için arkadaşların sevgisini kazanmak, onların güvenini kazanmak çok önemliydi. Seçimler demokratik bir ortamda ve çok zevkli ve çekişmeli geçerdi. Bilhassa Kayserililer ve Yozgatlılar arasında büyük bir rekabet yaşanırdı. En çok oy alan başkan olurdu. Ben de öğrenci başkanlığı için aday oldum. Seçim çok çekişmeli geçti. Oylar sayıldı eşit görülür gibi oldu. Heyecan çok yüksekti. Tekrar sayıldığında benim kazandığım anlaşıldı. Seçim, Eğitim Başı Emin Güner’in gözetiminde yapılmıştı. Bu olay, yaklaşık 65 yıl önce demokrasinin ne kadar ileri olduğunu göstermeye yetiyor, sanırım.
Kayserili arkadaşlarımız çoğunlukta olduğu hâlde Yozgat’tan gelen ben, başkan seçilmiştim. Bundan sonra sıra ile hamam, kiler, fırın, çiftlik başkanlıkları yaptım.
Günlerden bir gün beşinci sınıfa ikmalsiz geçmiştim. Üçüncü sınıfın da çiftlikte nöbeti vardı. Çiftlikteki işleri organize ediyordum (Buğday, arpa, burçak, fidanların sulanması, kümes hayvanlarının bakımı, ahırda atlar vardı. Onların tımarı bakımı vs.)….
Okulun ilk mezunları 1947-1948-1949 yıllarında kursa geldiler. Ben onları hiç görmedim. Yani okula varmadan önce 1944 yılında mezun olmuşlardı. Onlara yemekhaneyi, yatakhaneyi ve çok görkemli ana binayı gezdirdim. Onlara ayran ikram ettim. Bu kursa gelen ağabeylerle tanıştığımda aralarında Bahadınlı Arif Baş ve Gazi Koç, Esenli Ali Şahin’in de olduklarını gördüm. Yapılan bu hürmet ve iltifat üzerine, “Başkan bey nerelisiniz?” diye sordular. Ben de “Yozgat ilinin Sorgun ilçesine bağlı Alcı köyündenim” deyince beni kucaklayıp öptüler. Çiftliğe gelen, kursa iştirak eden ağabeylere tanıttılar. “Arkadaşlar gördünüz mü çiftliğin idarecisi Yozgatlı ve Sorgunlu” dediler. Bu da bana çok kıvanç ve gurur verdi. Kendilerini tanıttılar. O gün bugün tanışıklığımız devam eder. Sağlıklarının iyi olduğunu duyuyorum.
Faik Birol
Alıntı: Faik Birol, “Bozkırdaki Fener”
Not: 1931 yılında Yozgat’ın Sorgun ilçesinin Alcı köyünde doğmuş olan Faik Birol, Pazarören Köy Enstitüsünü bitirdikten sonra Anadolu’nun çeşitli yörelerinde öğretmenlik yapmış değerli bir eğitimcidir.
Dua ve beddualar günlük yaşantımızın ayrılmaz parçalarıdır. Bir işin iyi gitmesini ya da biri için iyi dileklerde bulunmayı istediğimiz zaman dua ederiz. Biri için kötü dileklerde bulunduğumuzda da beddua yoluna başvururuz.
Yozgat yöresinde kullanılan belli başlı dua ve beddualar aşağıda abc düzeninde sıralanmıştır.
DUALAR
Acı yüzü görmeyesin.
Allah ayrılık gayrılık vermesin.
Allah darlık yüzü görmeyesin.
Allah kimseyi aç açık bırakmasın.
Allah kabir azabı çektirmesin.
Allah nazardan saklasın.
Allah seni helal süt emmişlere eş etsin.
Allah sevdiğinden ayırmasın.
Altın halkalardan tut.
Babana rahmet.
Eline sağlık.
Hatır soranların çok olsun.
Hızır Aleyhisselam yoldaşın olsun.
İki cihanda aziz olasın.
Kınan kutlu olsun.
Kurban olduğum Allah, ömrümden alsın ömrüne versin.
Ne ediyim, nice ediyim deme, kül diye avuçladığın altın olsun.
Ömrün uzun olsun, düğünün güzün olsun.
Tuttuğun altın olsun.
BEDDUALAR
Adı batasıca!
Ağzın, dilin kurusun!
Allah belanı versin!
Allah canını alsın!
Allahından bul!
Allah kınalı parmak tutturmasın!
Babanın bekini ye!
Baba ciğerine sarılsın!
Başına taş düşsün!
Başın dertten kurtulmasın.
Boğazına dursun!
Boynun altında kalsın!
Boyun posun devrilsin!
Elin kolun kırılsın.
Ellerin kırılsın!
Emdiğin burnundan gelsin!
Evlatlarının hayrını görmeyesin!
Gidişin olsun da gelişin olmasın!
Gözüne dizine dursun!
Gözün kör olsun!
Gün görmeyesin!
İki gözün önüne aksın!
Kaynar kazanlara giresin!
Kör olasıca!
Muradın koynunda kalsın.
Ocağın küllensin
Sakalın gözüne ekilsin.
Sesin kara yerlerden gelsin..
Südüklüğün (sidikliğin) dursun!
Sürüm sürüm sürünesin!
Yaşın donun kara gelsin!
Yerin dibine gir!
Yüzünde baba çıksın!
Zıkkımın kökünü ye!
Yozgat yöresinde okşama diye bilinen sözler de vardır. Okşamalar; insanların hoşuna giden, onların gönüllerine seslenen kalıplaşmış sözlerdir. Bunların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: dilini yediğim, koçum, kınalı kuzum, tombulum, anasının bir tanesi, anasının kuzusu, anan sana kurban, kaymağım, bebeğim, edem benim, canımın içi yavrum, ciğerimin köşesi, bir tanem, kekliğim, cici kızım, nur topum, nur tanem, nar tanem, sümbülüm, kraliçem, ağzımın tadı, koca danam, gülüm, kara gözlüm, tek dalım, aslanım, yiğidim, has kızım, balam, evimin direği…
Ninniler güzel Anadolu’muzun ilginç ezgileridir. Anadolu insanı için çocuk her şeydir. Onu büyütmek, topluma yararlı bir birney olarak yetiştirmek en büyük istediğidir Anadolu insanının. Bu nedenle çocuğunun doğumundan başlayarak büyük bir çaba girişir Anadolu kadını. İster ki çocuğu mutlu olsun, huzur içinde büyüsün. Ona bu mutluluğu, huzuru daha beşikteyken ninnilerle sunmaya çalışır. Bu yüzden ninniler Anadolu insanının yaşamında özel bir yer tutar. Bu Yozgat için de geçerlidir kuşkusuz.
Ninniler ortak ürünlerdir. Yaratıcıları belli olmayan bu ürünler, dilden dile söylenerek günümüze dek gelmiştir. Çoğu yörede birbirine benzer ninniler görülür. Bunların sözleri arasında ufak tefek farklar vardır. Ama temelde birbirlerine çok benzerler. Ancak kimi zaman iyice yöreselleşenlerine rastlamak da söz konusudur. Burada buna özen gösterilmiştir. Sayıca az, ama ilginç örneklere yer verilmiştir.
İlk ninni örneğini “Ninni Desem Uyur m’ola” ile vermek gerek. Çünkü bu ninninin özel bir durumu var: 1938 yılında Yozgatlı “Bayan S.”‘den alınan bu ninni, daha sonra Colombia firması tarafından plağa da kaydedilmiştir. Ne yazık ki “Bayan S.”nin kim olduğu bilinmemektedir. Bizi sevindirense ninninin bugün dillerde dolaşıyor olmasıdır. Kimliğini bilmediğimiz bu kişiye folklorumuza katkısından dolayı sonsuz teşekkürler.
İşte ninninin sözleri:
NİNNİ DESEM UYUR M’OLA
Ninni desem uyur m’ola?
Üstüne güller gelir m’ola?
Benim yavrum büyür m’ola?
Nenni nenni, e kuzum nenni!..
Bebeğin beşiği çamdan,
Düştü, yuvarlandı damdan,
Babası geliyor Şam’dan,
Nenni nenni, e kuzum nenni!..
Ormanlardan geçemem,
Ben yavrumu seçemem,
Her derdine yetemem.
Nenni nenni, e kuzum nenni!..
Ben bebeği yudumudu,
Gül dalına kodumudu,
Ben de kestim umudu,
Nenni nenni, e kuzum nenni!..
Bu ninni, “Muhteşem Süleyman” dizisinin bir sahnesinde Hatice Sultan rolündeki sanatçı Selma Ergeç tarafından okunmuştur. Dinleyebilirsiniz.
Tekerlemeler, çocukların oyuna ya da masal anlatmaya başlamadan önce söyledikleri halk edebiyatı ürünleridir. Ağırlıklı olarak kullanılanları oyun tekerlemeleridir. Bunlara “sayışmaca” da denir.
Oyun tekerlemeleri manzum, masal tekerlemeleri ise düz yazı biçimindedir. Tekerlemelerde ezberlemeyi kolaylaştıracak ses benzerlikleri çoktur. Manzum yazılarda “uyak” olarak adlandırılan bu ses benzetmeleri tekerlemelere akıcılık kazandırır.
Aşağıda sıralanmış olan tekerlemelerin bir bölümünün Türkiye’nin çoğu yöresinde kullanıldığı bir gerçektir. Çünkü bunlar ortak ürünlerdir. Bölgeler arası kültür alışverişi nedeniyle özellikle birbirine yakın yörelerde aynı tekerlemeleri görmek olanaklıdır. Burada sunduğum tüm tekerlemeler Yozgat yöresinde çocuklarca söylenmektedir.
Tekerleme örnekleri sunulurken nasıl bir yol izlendiğini de kısaca açıklayayım:
1. Tekerlemeler başlangıç sözcüğünün ilk harfi esas alınarak (abc düzeninde) sıralanmıştır.
2. Tekerlemelere başlık konulmamıştır. Her ne kadar genellikle ilk sözcükler esas alınarak başlık konulduğu görülmüşse de aynı tekerlemeye farklı başlıklar konulması nedeniyle bundan kaçınılmıştır.
3. Tekerlemelerde çok zorunlu durumlar dışında (virgül, soru işareti gibi) noktalama işareti konmamıştır. Çünkü tekerlemelerdeki deyişler pek anlamlı cümlelerden oluşmamaktadır.
Şimdi sizleri güzelim tekerlemelerimizle baş başa bırakıyorum.
A. Oyun Tekerlemeleri
Aaa asma
Be ba basma
Se se sümbül
Menekşe, gül
Akas makas
Ali baba noktaya bas
Trampetler çalınıyor
Yüzbaşılar darılıyor
Darılmayın yüzbaşılar
Can bedenden ayrılıyor
Bir, iki, üç
Aladana, karadana
Şükür bizi yaradana
Evci gele, evim ala
Tabak gele, gönlüm ala
Nereke, nereke
Yaburga, yaburga
Yorgan, yastık
Döşek sek sek
Gel bizim keçimikli eşek
Al satarım
Bal satarım
Ustam ölmüş
Ben satarım
Üstüm, kürküm sarıdır
Satsam on beş liradır
Zambak zumbak
Dön arkada iyi bak
Ahmet Paşa
Yattı taşa
Selam verdi
Kara başa
Al kardeşim
Bal kardeşim
Ben yoruldum
Sen oyna.
Anan nerde doğurdu
Samanlıkta doğurdu
Samanlıkta kediler
Bize miyav dediler
Anan da bal
Baban da bal
Sen de olmuşsun bil bal
Atlar gelir şakır şakır
Benim babam neden fakir
Çıktım erik dalına
Baktım tren yoluna
Üç gemi geliyor
Biri ay, biri yıldız
Biri oğlan, biri kız
Hop çikolata, çikolata
Şeker koydum çikolata
Ay dede
Evin nerde
Tavuk kes de
Yağa batır
Bala batır
Sen yemezsen
Bana getir
Ay gördüm Allah
Amentü billah
Ne kadar günahım varsa
Affet Allah
Gördüğüm aylar
Nur gibi parlar
Ayşe Hanımın keçileri
Hop hop hopluyor
Arpa, saman istiyor
Arpa, saman yok
Kilimcide çok
Kilimci kilim dokur
İçinde bülbül okur
İki kardeşim olsa
Biri ay, biri yıldız
Biri oğlan, biri kız
Hop çikolata çikolata
Akşam yedim salata
Seni gidi kerata
Babam yoğurt getirdi
Pisi burnunu batırdı
Pisi seni tutarım
Bıyığını yolarım
Minarenin kilidi
Kapıya gelen kim idi
Amcamın oğlu Musacık
Kolu budu kısacık
Şimdi gelir görürsün
Güle güle ölürsün
Bin deve gördüm
Birine bindim
Ebemlere gittim
Ebem pilav pişirmiş
İçine sıçan düşürmüş
Bu sıçanı n’apmalı
Minareden atmalı
Minarede bir kuş var
Kanadında gümüş var
Eniştemin cebinde
Türlü türlü yemiş var.
Bir cam
İki cam
Üç cam
Dört cam
Beş cam
Altı cam
Yedi cam
Sekiz cam
Dokuz cam
On cam
Bu da benim amcam
Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi
Bunu sana kim dedi
Diyen dedi
On yedi
Baklavayı kim yedi
Böcek böcek
Duvarda gezecek
Annesi onu
Maşayla dövecek dövecek
Sonra da sevecek
Çan çan çikolata,
Hani bize limonata?
Limonata bitti.
Hanım kızı gitti.
Nereye gitti?
İstanbul’a gitti.
İstanbul’da ne yapacak?
Terlik, pabuç alacak,
Terliği pabucu ne yapacak?
Düğünlerde şıngır mıngır oynayacak.
Çayırda tilki
Çakır makır
Otuz iki
Fındık, fıstık
Kadifeli yastık
Vallahi yenge
Ben yapmadım
Horoz yaptı
Horozun selamını al
Çıka çıka çık
Çiğdem çiğdem çiçeği
Ebem oğlu köçeği
Çiğdem geldi kapıya
Ya düşürür tapuya
Bulgur olmazsa yağ olsun
Ufaklıklar sağ olsun
Bir verenin oğlu
İki verenin kızı olsun
Damdan pekmez akıyor
İtim bana bakıyor
Ayağımın altı pekmez
Yala yala bitmez
Ebe ebe azana
Kızın verme hızana
Kızın akça kazana
Girsin kaynar kazana
Ebe ebe ebeci
Ver elini cebeci
Doklorların ilacı
Ebe gümeci
Ebe ebe nesi var
Ayağında mesi var
Daha başka nesi var
Elimde ayna
Kum gibi kayna
Dayımın oğlu
Gel bize, oyna
Uyu meleğim
Sana çorap öreyim
Lay lay lay lam
Elim elim ibrişim
Elden çıktı bir kuşum
Kuş gitti, dala kondu
Dal bana yemiş överdi
Yemişi göğe verdim
Gök bana yağmur verdi
Yağmuru yere verdim
Yer bana çimen verdi
Çimeni çobana verdim
Çoban bana kuzu verdi
Kuzuyu kasaba verdim
Kasap bana at verdi
Ata bindim, taştım
Dere tepe aştım
Enginlere gittim
Kaf Dağı’na ulaştım
Dolapta pekmez
Yala yala bitmez
On kilo sana
Yirmi kilo bana
Aysecik cik cik cik
Fatmacık cık cık cık
Sen bu oyundan çık
Ebe ebe gel bize
Uzaktan vur elimize
Eğer vuramazsan
Ebesin ebe
Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi
Bunu sana kim dedi
Diyen dedi, on yedi
Yağlı böreği kim yedi
Den den den altı
Denizdeki karaltı
İnanmazsan say da bak
On altıdır on altı
Eee Ercan
Ne getirdi amcan?
Etli sütlü patlıcan
Elim, belim
Şemsiye telim
Horoz öttü
Tavuk gitti
Bülbül kızına
Selam etti
Emmim oğlu Musacık
Kolu budu kısacık
İlim ilim ilidi
Akşam gelen kim idi?
Emmimin oğlu Musacık
Elleri kolları kısacık
Eveleme, develeme
kara kuşu kovalama
Çengel, çeppel
Halhada bülbül
Ciğerimi söndür
Kara kuş ne vakit gelir
Yazın gelir
Yazılalım, düzülelim
Bir kenara dizilelim
İncik, boncuk
Sen bu oyundan çık
Fındık, fıstık
Kadifeden yastık
Al çık al çık
Ben saydım, sen çık
Gün doğdu
Günün bir oğlu oldu
Ebem yoğurt getirdi
Pisi burnunu batırdı
Pisi burnun kesile
Minareden asıla
Minarede bir bıçak
Bıçak içinde demir
Demir ocağın kilidi
Akşam gelen kim idi
Emmim oğlu Musacık
Eni boyu kısacık
Hey dervişler, dervişler
Hak yoluna durmuşlar
Hak yolunda bir kuyu
İçinde mermer suyu
Eğildim su içmeye
Kanatlandım uçmaya
Cennetteki mollalar
Iktırmışlar deveyi
Bindirmişler hacıyı
Hacı binmiş atına
Çıkmış göğün katına
Gökten bir beşik düştü
Nen dedim, uyuttum
Allah dedim, büyüttüm
Abdestini aldırdım
Namazını kıldırdım
Hülle donunu giydirdim
Cenneti alâya gönderdim
− Hu hu!..
− Ayşe abla!
− Buyur.
− Bahçene gireyim mi?
− Gir.
− Elma alayım mı?
− Al.
− Kaç tane?
− İki.
− Fatma abla!
− Buyur.
− Bahçene gireyim mi?
− Gir.
− Elma alayım mı?
− Al.
− Kaç tane?
− Üç.
− Bir, iki üç.
İnci, minci
Kim birinci
İnci minci
Kim birinci
Onun ardı
Kim çıkacak
Cakı cakı cak
İnne minne
Ucu dinne
Ballı hoca
Balballı hoca
Şamdan şamadan
Kuş dili damadan
Kadife kadife
Kızın adı Hanife
Okurmuş, dikiş diker
Başında bülbül öter
O bülbül benim olsa
İki kardeşim olsa
Biri Ahmet, biri Mehmet
Biri oğlan, biri kız
Ah çikolata, vah çikolata
Akşam yedim salata
Salatanın yarısı
Doktor beyin karısı
Karga karga “Gak!” dedi
“Çık şu dala bak.” dedi
Karga seni tutarım
Kanadını yolarım.
Kızın adı Hediye
Ekmek vermez kediye
Kedi gider kadıya
Kadının kapısı kitli
Hediye’nin başı bitli
− Komşu, komşu !
− Hu, hu!
− Oğlun geldi mi?
− Geldi.
− Ne getirdi?
− İnci, boncuk.
− Kime, kime?
− Sana, bana.
− Başka kime?
− Kara kediye.
− Kara kedi nerede?
− Ağaca çıktı.
− Ağaç nerede?
− Balta kesti.
− Balta nerede?
− Suya düştü.
− Su nerede?
− İnek içti.
− İnek nerede?
− Dağa kaçtı.
− Dağ nerede?
− Yandı, bitti; kül oldu.
Leylek leylek havada
Yumurtası tavada
Gel bizim hayata
Hayat kapısı kitli
Leyleğin başı bitli
Leylek leylek lekirdek
Hani bana çekirdek
Çekirdeğin içi yok
Art devenin kıçı yok
Leylek leylek havada
Yumurtası tavada
Ben ağama giderim
Elli deve güderim
Ellisi de avrana
Bindim, gittim kervana
Kervan yolu bu muydu
İçi dolu su muydu
Ben bu sudan geçemem
Alaca boncuk saçamam
Üsküle boncuk, has boncuk
İlik düğme kaytancık
Kaytancığı yitirdim
Gülistana götürdüm
Gülistanın atları
Kişir kişir kişniyor
Neyin için kişniyor
Yemin için kişniyor
Yemi nerden alalım
Hangi taya takalım
Satıcıdan alalım
Hangi taya takalım
Doru taya takalım
Doru tayın üstünde
İki bülbül ötüyo
Birini vurdum, öldürdüm
Bana kanlı dediler
Getirin kanını içeyim
Kayseri’ye göçeyim
Kayseri’nin kilidi
Akşam gelen kim idi
Emmim oğlu Musacık
Kolu budu kısacak
Su verdim, içmedi
Domalıp sıçamadı
Masal masal maniki
Yolda saydım on iki
On ikinin yarısı
Tilki çakal karısı
Masal masal maniki
Kuyruğu var on iki
Kuyruğunda beni var
Kulağında çanı var
Masal masal matatar
Dil okur, damak tadar
Masal masal martladı
İki fare atladı
Kurbağa kanatlandı
Tos vurdu bardağa
Çocuk çıktı çardağa
Miri miri miriği
Koyuverdim boz kiriği
Adı başında, on beş yaşında
Günde bir şinik ara yer
Saatte beş metre gider
Mustafa, Mıstık
Arabaya kıstık
Üç mum yaktık
Seyrine baktık
Naldırmaç
Kaldır kıç
Kırk üç
Kırk dört
Kırk beş
Kır altı
Kırk yedi
Kırk sekiz
Kırk dokuz
Elli
Bahası belli
Ala dana
Kara dana
Şükür bizi yaradana
Evin ala
Evcik ala
Gönül ala
Nal bir
Mıh iki
Sığır çükü
On iki
Yorgan
Döşek
Gel bizim
Kır eşek
Ooo
İğne battı
Canımı yaktı
Tombul kuş
Arabaya koş
Arabanın tekeri
İstanbul’un şekeri
Hop hop altın top,
Bundan başka oyun yok
O, mo, rizon
Kepe rizon
Portakalı soydum,
Başucuma koydum.
Ben bir yalan uydurdum
Duma duma dum
Duma duma dum
Ooo piti piti
Karamela sepeti
Terazi lastik, cimnastik
Biz size geldik, bitlendik
Hamama gittik, temizlendik
Ovalama, duvalama
Kara kuşu kovalama
Sen bil, sümbül
Çıkana da bülbül
Ööö
İnne minne
Ucu dinne
Bal bal hoca
Baldan koca
Baldan şamadan
Kuş dili damadan
Ruz ruz
Ava gidiyoruz
Çatlasan da patlasan da
Barışmıyoruz
Saç, baç
Ebenin eline
Vur, kaç
Sağ elimde beş parmak
Sol elimde beş parmak
Say bak, say bak
Hepsi eder on parmak
Sen de istersen saymak
Say bak, say bak
Hepsi eder on parmak
Üşüdüm, üşüdüm
Daldan elma düşürdüm
Elmamı yediler
Bana cüce dediler
Cücelikten çıktım
Ablama vardım
Ablam pilav pişirdi
İçine sıçan düşürdü
Bu sıçanı nitmeli
Minareden atmalı
Minarede bir kuş var
Kanadında gümüş var
Eniştemin cebinde
Türlü türlü yemiş var
Ya şundadır
Ya bunda
Keçe külek
Başında
Yağ yağ yağmur
Teknede hamur
Bahçede çamur
Ver Allah’ım, ver
Selli sulu bir yağmur
B. Masal Tekerlemeleri
Az gittim, uz gittim; dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek, soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim, gide gide bir arpa boyu yol gitmişim!..
Bir varmış, bir yokmuş; Allah’ın kulu çokmuş, çok söylemesi günahmış. Develer tellal iken, keçiler berber iken, bir memleketin birinde bir kocakarı, kocakarının da bir kel oğlu varmış.
Hay dedim, huy dedim; bu ne pişmez şey dedim. Bir iken iki olduk, üç iken dört olduk; anan soylu, baban boylu derken kırk olduk. Kırkımız kırk ateş yaktık!… Kırk gündür kaynatırım kaynamaz. Baktım ki olacak gibi, sofraya konacak gibi değil, eğil dağlar eğil dedik; onumuz hu çekti, onumuz su çekti; onumuz un, odun çekti. Haydan geleni huya sattık, unu bulguru suya kattık. Suyu kazana, kazanı yeniden ocağa attık. Vay ne kaynattık ne kaynattık!.. De şimdi kaynar mı kaynamaz mı? Derken efendim, bu kez başını kaldırıp bize bakmaz mı?…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler top oynarken eski hamam içinde. Ben deyim şu ağaçtan, siz deyin şu yamaçtan, uçtu uçtu bir kuş uçtu; kuş uçmadı, gümüş uçtu. Gümüş uçmadı, Memiş uçtu. Uçar mı,uçmaz mı demeye kalmadı; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten. Biri kaptı maşayı, biri aldı meşeyi; dolandım durdum dört köşeyi…
Kaynakça
1. Ali Rıza Köktürk’ün (rahmetli babam) notları.
2. A. Fevzi Koç, Bütün Yönleriyle Yozgat, Ankara, 1963.
3. Avni Yüksel, Akdağmadenin’de Tekerlemeler 1, Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, Haziran 1965, Cilt 9, Sayı 191, s. 3770.
4. Avni Yüksel, Akdağmadenin’de Tekerlemeler 2, Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, Ekim 1965, Cilt 9, Sayı 195, s. 3873, 3874.
5. Ertuğrul Kapusuzoğlu, 1995 Yozgat Kültür Takvimi.